4 Kasım 2013 Pazartesi

BLACKSEAFOR Sochi kış olimpiyatlarında görevlendirilmelidir

CEM GÜRDENİZ/ BLACKSEAFOR, Sochi Kış Olimpiyatlarında görevlendirilmelidir

PDFYazdıre-Posta
Pazar, 03 Kasım 2013 05:03
cemgurdeniz
27 Eylül 2013 tarihi, Türk Deniz Kuvvetlerinin liderliğinde geliştirilen "Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu (BLACKSEAFOR)"un fiili aktivasyonunun 12'nci doğum günüydü. Tam 12 yıl önce Gölcük'te altı Karadeniz sahildarı devlete (Türkiye, Ukrayna, Bulgaristan, Gürcistan, Romanya, Rusya Federasyonu) ait savaş gemileri bir araya gelerek, Tuğamiral Nusret Güner komutasında BLACKSEAFOR'u oluşturmuş ve grup bir ay süre ile Karadeniz'de görev yapmıştı. Grup, 2013 yılında da iki kez aktive edildi. Bu sene ayrıca Eylül ayı içinde Türkiye ev sahipliğinde, AGİT kapsamındaki "Karadeniz'de Deniz Kuvvetleri arasında güven ve güvenlik artırıcı tedbirler antlaşması uyarınca icra edilen Karadeniz Ortaklık tatbikatına da katıldılar. Bu faaliyetler, tüm sahildarları, bir barış denizi olan Karadeniz'de bir araya getirdi. Deniz güvenliği ortamındaki işbirliği, mevcut siyasi zıtlıkları aşabildi. Örneğin Suriye siyaseti birbirine tamamen zıt rotalarda olan Türkiye ve Rusya, faaliyetlerde yan yana yer aldı.
BLACKSEAFOR'un amacı ve görevleri nedir?
1 Nisan 2001 tarihinde İstanbul'da Dışişleri Bakanları tarafından imzalanan antlaşmaya göre BLACKSEAFOR'un amacı, Deniz Kuvvetleri arasında işbirliği ve birlikte çalışılabilirliğin güçlendirilmesi suretiyle, Karadeniz'e kıyısı olan ülkeler arasında dostluk, iyi ilişkiler ve karşılıklı güven ile bölgede barış ve istikrarın gelişimine katkıda bulunmaktır. BLACKSEAFOR, herhangi bir devlete ya da devletler grubuna karşı bir askeri ittifak değildir. Tüm kararların taraflarca tam oy birliği ile alındığı BLACKSEAFOR, yılda en az bir kez çağrı (on-call) kuvveti olarak aktive ediliyor(2005 yılından sonra senede iki kez aktive ediliyor). BLACKSEAFOR'un antlaşmada açıklanan temel görevleri denizde arama ve kurtarma; insani yardım; mayın karşı tedbirleri harekâtı; denizde çevre koruma; iyi niyet ziyaretleri ile tüm taraflarca kararlaştırılacak diğer görevler olarak belirlenmiştir. Bugün 12 yaşında olan BLACKSEAFOR girişimi, Soğuk Savaş döneminde karşıt paktlarda bulunan beş sahildar devlet ve Türkiye'yi askeri arenada yan yana getiren ilk girişim oldu. Bugüne kadar İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana silahlı çatışmaya sahne olmamış bir barış denizi olan Karadeniz'de bu girişim, deniz güvenliği alanında istikrarın devamına ve geliştirilmesine büyük katkı sağladı. Örneğin 8 Ağustos 2008 tarihinde başlayan Gürcistan-Rusya arasında yaşanan Güney Osetya krizinde BLACKSEAFOR, Karadeniz'de planlı faaliyetlerini icra ediyordu. Söz konusu kriz, Gürcüler ile Rusların görev grubundan çekilmesini tetiklemedi ve karada savaşan her iki taraf, BLACKSEAFOR'daki planlı faaliyetlerine devam etti.
Dünyaya örnek başarı örneği
BLACKSEAFOR, bölgesel bir girişim olarak, özellikle Asya Pasifik bölgede belirli coğrafi deniz alanları içinde güven ve güvenlik artırıcı yeni girişimlere örnek teşkil edebilecek özelliklere sahiptir. ABD, başlangıcından bu yana BLACKSEAFOR'a dahil olmak için çok gayret sarf etti. Antlaşma, sahildarlar dışındaki ülkelerin katılımına açık olsa da, kabul için altı üyenin oy birliği gerektiğinden, bunun sağlanamayacağını iyi bilen ABD hiçbir zaman resmi başvuruda bulunmadı. Diğer taraftan Rusya Federasyonu, antlaşmanın hazırlık çalışmalarına ve daha sonraki uygulamalarına üst seviyede ve geniş çapta katıldı. Türkiye ile Rusya arasındaki işbirliği BLACKSEAFOR kuruluşundan 3 yıl sonra şekillenen "Karadeniz Uyum Harekâtı" ile daha ileri boyutlara taşındı. Böylece her iki ülke operatif seviyede de deniz güvenliği alanındaki işbirliğini geliştirdi. BLACKSEAFOR antlaşmasının diplomatik ve siyasi perspektifte öne çıkan en temel özelliği, altı sahildarın her türlü kararda sahip oldukları tek oy hakkının eşit olmasıdır. Bu husus küçük bir ülkenin büyük bir ülke karşısında her türlü karar sürecinde eşit şartlarda hareket etmesi sonucunu doğuruyor. Bu veto gücü sayesinde altı sahildarın beşinin "evet" dediği bir teklif bir "hayır" la gündemden düşebiliyor.
SOCHİ Kış Olimpiyatları ve BLACKSEAFOR
2014 Kış Olimpiyat Oyunları Rusya Federasyonu ev sahipliğinde Şubat ayı içinde Doğu Karadeniz'in liman ve sayfiye şehri Sochi'de yapılacak. Şehre binlerce sporcu ile oyunları izlemeye gelecek on binler bekleniyor. Yarı kapalı bir deniz olan Karadeniz, tarihinde ilk kez bir kıyı şehrinde Olimpiyat meşalesine tanıklık edecek. Bu noktada 2004 Atina Olimpiyatlarında NATO'nun Ege Denizi ve Doğu Akdeniz'de olimpiyatlar için NATO Akdeniz Daimi Deniz Görev Grubu (STANAVFORMED)'i görevlendirdiği gibi, Karadeniz sahildarları da BLACKSEAFOR'u oyunların deniz tarafı güvenliğinin sağlanmasında görevlendirebilir. BLACKSEAFOR Antlaşması, görev grubunun bir üyenin teklifi ve diğerlerinin onaylaması ile plan dışı aktive edilmesine izin veriyor. BLACKSEAFOR'un böylesine önemli bir görevde kullanımına hiçbir üyenin karşı çıkmayacağını değerlendiriyorum. SOCHİ Kış Olimpiyatlarında BLACKSEAFOR'un görev alması her bakımdan örnek bir uygulama olur. Öncelikle denizde 12 yıldır birleşerek bölgesel işbirliğini yaratan ve genişleten BLACKSEAFOR ruhu, olimpiyatların medeniyetleri ve devletleri bir araya getiren birleştirici ruhuna, katkı sağlar. Bu prestijli görev, denizlerin sınır tanımayan birleştiriciliğinin son yıllardaki en güzel örneği olan BLACKSEAFOR tarihinde de şüphesiz derin izler bırakır.

30 Ekim 2013 Çarşamba

Türk Donanması kaç kez yakıldı ??????

Türk Donanması kaç kez ‘yakıldı’...
TÜRK donanması tarihinde 3 kez yakılmıştır. 1770 Çeşme’de Ruslar tarafından, 1827 Navarin’de Rus, İngiliz, Fransızlar tarafından, 1853’te Sinop’ta yine Ruslar tarafından....
Cumhuriyet donanmasının 137 denizcisi de 9 Ekim 2013 sabahı Ankara’da yakıldı. Kendi mahkememiz, kendi Genelkurmayımız, kendi Yargıtayımız tarafından...
Sözde ‘balyoz’ tertibinin küresel bir operasyon olduğunu artık herkes biliyor. Böyle bir ihanet Anadolu Toprakları tarihinde yaşanmadı, örneği yok. Yargıtay, tarihinde hiçbir darbede rol almamış deniz kuvvetlerine, balyoz davasında baş rol verdi.
Aziz ruhlu Türk milleti tehlikenin farkında mısın? Donanmanın her yakılışı, Anadolu’ya toprak, can ve mal kaybı getirdi. Bu son ihanette farklı bir sonuç getirmeyecek. Kıbrıs, Ege, Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de son 90 yılın tüm kazanımlarını tek, tek, yitiriyoruz. Bu çıkar ve kazanımları koruyacak donanma amiralsiz ve ehil komutansız bırakılmıştır. Böyle bir donanmanın savaşması yıkım ve ölüm getirir. Artık gerçekleri gör, tehlikenin farkına var, 137 denizcisine ve diğer tertip davalardaki tüm askerine sahip çık, yoksa faturayı ödeyen yine ülkemiz olacak.
Cem GÜRDENİZ-Emekli Tümamiral-Balyoz hükümlüsü.

Katip iddianamesi..!

6 Ekim 2013 Pazar

Amiral Vesim Paşa ve Abdülhamit 2

cemgurdeniz
Deniz tarihimizde kendi donanmamızı devlet gücü ile zayıflatmanın iki çarpıcı örneği vardır. İlki, II. Abdülhamit döneminde (1876-1909) 93 Türk-Rus Harbi sonrasında donanmanın Haliç'te hareketsiz bırakılmasıdır. Bu gelişme nedeniyle sadece donanmanın kuvvet yapısı değil, kurumsal kültürü ve tecrübe birikimi de kaybedilmiştir. İkincisi de 2008 yılından itibaren Cumhuriyet Donanmasının Atatürkçü amiral ve subay kadrolarına düzenlenen sahte delil ve iftiralara dayalı tertip davalar dönemidir. Bu dönem henüz bitmemiştir. Bu süreçte 40 Amiral ile çoğu komodor, gemi ve birlik komutanı 400 deniz subayının tasfiyesi hedeflenmiştir. II. Abdülhamit dönemi sonunda Türkler 20'nci yüzyıla donanmasız; Tertip davalar sonucu da 21'nci yüzyıla amiralsiz girdi. Bu yazımızda Türk Donanmasının 19'uncu yüzyıl sonunda yaşadığı karanlık döneme değineceğiz.
II. Abdülhamit'in donanma sevgisizliği
II. Abdülhamit donanmayı tasfiye etmeyi kişisel kaygılar ve tercihleri nedeniyle devlet politikasına dönüştürdü. Tarihçiler bu tercihi değişik nedenlere bağlamaktadır. İlki amcası Abdülaziz gibi kendisinin de donanma desteği ile tahtından indirileceği korkusu; İkincisi 93 Harbinde Yeşilköy'e kadar gelen ve İngiliz Akdeniz Donanmasının İstanbul'a gelmesiyle durdurulan Rusya'ya taviz vermek; üçüncüsü iflas eden ve Düyun-u Umumiye kontrolüne giren Osmanlı ekonomisine donanmanın oluşturduğu yükü kaldırmak; Dördüncüsü başta İngilizler olmak üzere Akdeniz'de batılı donanmalarla silahlanma yarışına girmemek ve Navarin veya Sinop benzeri bir baskını önlemek.
Neticede bahriye için karanlık sayılan bu dönemde değil tatbikat yapmak, savaş durumunda dahi Donanma görevini yapamamıştır. Nitekim 1897 Türk-Yunan savaşında Donanmanın Ege'ye çıkması emredilmişse de, donanma gemileri değil Ege'ye Haliç'ten Çanakkale'ye zor gidebilmişlerdi. Bu dönemin sonlarına doğru yeni gemi alımı ancak Ermeni olayları sonucunda tazminat baskısına maruz kalan sultanın, tazminat ödemek yerine ABD ve İngiltere'de inşa edilen yeni savaş gemilerini almak zorunda bırakılması ile gerçekleşebildi. Sultanın kendi iradesi ile satın aldığı sadece iki gemi vardır. Onlar da iki denizaltıdır. İsveç -İngiliz yapımı Nordenfelt denizaltıları Yunanistan satın aldığı için alınmıştır. 1886 yılında Taşkızak Tersanesinde monte edilen ve 1888 yılında başarılı torpido atışı yaparak kendini ispat eden bu denizaltılar, Sultan tarafından bir daha kullanılmamak üzere önce İzmit'e sonra tekrar Haliç'e hapsedilmiş ve çürümüştür.
Deniz Kuvvetlerinin prestij kitabında II. Abdülhamit
Balyoz tutuklamalarının tepe yaptığı 2012 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı prestij bir kitap çıkardı. Evren Mercan isimli araştırmacı tarafından yazılan "Osmanlı Bahriyesinde ilk Denizaltılar" isimli bu kitap, denizaltıların hazin hikâyesini belgelere dayanarak açıklamaktadır. Kitabın arka kapağında tanıtımının yapıldığı kısa bir metinde Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü mensubu Yard. Doçent Doktor Selim Karakışla şöyle yazıyor: "Donanmayı Haliç'e bağlayıp çürümeye terk etmiş olmakla suçlanmış olan, Sultan II.Abdülhamit'in, aslında 19. yüzyılda zırhlı diplomasi çağında başta büyük devletlerin güçlü donanmalarına karşı koyabilmek için denizaltılardan faydalanmayı düşünmüş ilk hükümdar olduğu gözler önüne serilmektedir."
Aslında gözler önüne serilen, başarılı iki denizaltının hiçbir neden gösterilmeden Sultan'ın iradesi ile çürümeye terk edilmesi ve esas alım nedeni olan Türk Yunan harbinde hiç kullanılmamış olmasıdır. Ancak burada asıl önemli olan, Yard. Doçentin bu yorumunun, II. Abdülhamit döneminde en çok acı çeken devlet kurumunun bugünkü temsilcisi olan Deniz Kuvvetlerinin, Balyoz tutuklamaları sonrasında çıkardığı ve Deniz Kuvvetleri Komutanı imzasını taşıyan prestij bir kitapta ve hem de kapağında yer almasıdır.

Amiral Vesim Paşa ve Abdülhamit

cemgurdeniz
Deniz tarihimizde kendi donanmamızı devlet gücü ile zayıflatmanın iki çarpıcı örneği vardır. İlki, II. Abdülhamit döneminde (1876-1909) 93 Türk-Rus Harbi sonrasında donanmanın Haliç'te hareketsiz bırakılmasıdır. Bu gelişme nedeniyle sadece donanmanın kuvvet yapısı değil, kurumsal kültürü ve tecrübe birikimi de kaybedilmiştir. İkincisi de 2008 yılından itibaren Cumhuriyet Donanmasının Atatürkçü amiral ve subay kadrolarına düzenlenen sahte delil ve iftiralara dayalı tertip davalar dönemidir. Bu dönem henüz bitmemiştir. Bu süreçte 40 Amiral ile çoğu komodor, gemi ve birlik komutanı 400 deniz subayının tasfiyesi hedeflenmiştir. II. Abdülhamit dönemi sonunda Türkler 20'nci yüzyıla donanmasız; Tertip davalar sonucu da 21'nci yüzyıla amiralsiz girdi. Bu yazımızda Türk Donanmasının 19'uncu yüzyıl sonunda yaşadığı karanlık döneme değineceğiz.
II. Abdülhamit'in donanma sevgisizliği
II. Abdülhamit donanmayı tasfiye etmeyi kişisel kaygılar ve tercihleri nedeniyle devlet politikasına dönüştürdü. Tarihçiler bu tercihi değişik nedenlere bağlamaktadır. İlki amcası Abdülaziz gibi kendisinin de donanma desteği ile tahtından indirileceği korkusu; İkincisi 93 Harbinde Yeşilköy'e kadar gelen ve İngiliz Akdeniz Donanmasının İstanbul'a gelmesiyle durdurulan Rusya'ya taviz vermek; üçüncüsü iflas eden ve Düyun-u Umumiye kontrolüne giren Osmanlı ekonomisine donanmanın oluşturduğu yükü kaldırmak; Dördüncüsü başta İngilizler olmak üzere Akdeniz'de batılı donanmalarla silahlanma yarışına girmemek ve Navarin veya Sinop benzeri bir baskını önlemek.
Neticede bahriye için karanlık sayılan bu dönemde değil tatbikat yapmak, savaş durumunda dahi Donanma görevini yapamamıştır. Nitekim 1897 Türk-Yunan savaşında Donanmanın Ege'ye çıkması emredilmişse de, donanma gemileri değil Ege'ye Haliç'ten Çanakkale'ye zor gidebilmişlerdi. Bu dönemin sonlarına doğru yeni gemi alımı ancak Ermeni olayları sonucunda tazminat baskısına maruz kalan sultanın, tazminat ödemek yerine ABD ve İngiltere'de inşa edilen yeni savaş gemilerini almak zorunda bırakılması ile gerçekleşebildi. Sultanın kendi iradesi ile satın aldığı sadece iki gemi vardır. Onlar da iki denizaltıdır. İsveç -İngiliz yapımı Nordenfelt denizaltıları Yunanistan satın aldığı için alınmıştır. 1886 yılında Taşkızak Tersanesinde monte edilen ve 1888 yılında başarılı torpido atışı yaparak kendini ispat eden bu denizaltılar, Sultan tarafından bir daha kullanılmamak üzere önce İzmit'e sonra tekrar Haliç'e hapsedilmiş ve çürümüştür.
Deniz Kuvvetlerinin prestij kitabında II. Abdülhamit
Balyoz tutuklamalarının tepe yaptığı 2012 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı prestij bir kitap çıkardı. Evren Mercan isimli araştırmacı tarafından yazılan "Osmanlı Bahriyesinde ilk Denizaltılar" isimli bu kitap, denizaltıların hazin hikâyesini belgelere dayanarak açıklamaktadır. Kitabın arka kapağında tanıtımının yapıldığı kısa bir metinde Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü mensubu Yard. Doçent Doktor Selim Karakışla şöyle yazıyor: "Donanmayı Haliç'e bağlayıp çürümeye terk etmiş olmakla suçlanmış olan, Sultan II.Abdülhamit'in, aslında 19. yüzyılda zırhlı diplomasi çağında başta büyük devletlerin güçlü donanmalarına karşı koyabilmek için denizaltılardan faydalanmayı düşünmüş ilk hükümdar olduğu gözler önüne serilmektedir."
Aslında gözler önüne serilen, başarılı iki denizaltının hiçbir neden gösterilmeden Sultan'ın iradesi ile çürümeye terk edilmesi ve esas alım nedeni olan Türk Yunan harbinde hiç kullanılmamış olmasıdır. Ancak burada asıl önemli olan, Yard. Doçentin bu yorumunun, II. Abdülhamit döneminde en çok acı çeken devlet kurumunun bugünkü temsilcisi olan Deniz Kuvvetlerinin, Balyoz tutuklamaları sonrasında çıkardığı ve Deniz Kuvvetleri Komutanı imzasını taşıyan prestij bir kitapta ve hem de kapağında yer almasıdır.

4 Ekim 2013 Cuma

Hndistan ın Uçak Gemisi

cemgurdeniz
Ağustos ayının ilk haftasında gazetelerin birçoğu Hindistan'ın ulusal olanaklarla inşa ettiği ve donatımına başladığı INS Vikrant isimli uçak gemisini haber yaptı. Gemi 2018 yılında donanmadaki görevine başlayacak. Bu gemi Hindistan'ın ilk uçak gemisi değil. Günümüzde 1986 yılında İngiltere'den satın aldıkları (eski HMS Hermes) INS Viraat isimli uçak gemisini kullanmaya devam ediyorlar. Bu gemi 54 yaşında olmasına rağmen son zamanlarda ciddi bir yatırım yapılarak yenilendi. Gemide, dikine havalanan/inen (VSTOL) tipi Sea Harrier uçakları kullanılıyor. Deniz stratejisinde tek uçak gemisi doktrini olmaz. Zira uzun süreli onarıma girdiğinde tek gemiye bağımlı kalan donanmalar zor duruma düşerler. O nedenle en az iki gemiye sahip olmalıdır. Bu nedenle Rusya Federasyonu'ndan Vikramaditya isimli ikinci uçak gemisini (eski adıyla Gorshkov) tedarik çalışmaları da tamamlanmak üzere. Rusya'da büyük tadilat ve onarım geçiren gemi Kasım ayı ortasında donanmaya katılacak. 2018 yılında INS Viraat hizmet dışına çıkacak.
Hindistan egemenliğini kazandığı 1946 yılından sonra donanmasını oluştururken uzun süre sömürgesi olduğu İngiltere donanmasını örnek aldı. Gerek kuvvet yapısı gerekse komuta yapısı ile gelenek ve göreneklerinde dahi Kraliyet Donanması'nın özelliklerini hala taşıyor. Bugün için hem uçak gemisi hem de nükleer denizaltı işletebilen, idame edebilen ve dünyanın en gelişmiş donanmaları ile ortak tatbikat yapabilecek beraber çalışabilirlik (interoperability) seviyesine sahip prestijli bir donanmaya sahipler. 1971 yılına kadar denizaltısı olmayan Hindistan, özellikle son 20 yılda inanılmaz bir gelişme göstererek Hint Okyanusu'nda ciddi bir jeopolitik aktör haline geldi. Bugün için uçak gemisi harekâtında Çin Halk Cumhuriyeti'nden en az 30 yıl öndeler.
Hindistan, güçlü bir denizaltı filosuna sahip
Bünyesinde Alman HDW yapımı, Type 209 sınıfı ve Rus yapımı Kilo sınıfı dizel elektrik denizaltılar var. Rusya'dan kiraladıkları Charlie sınıfı Nepra isimli nükleer hücum denizaltısına sahipler. Kiralanan bu gemi haricinde, Rusya'dan yeni bir nükleer hücum denizaltısı tedarik ediyorlar. Uluslararası anlaşmalar bu sınıf gemilerin satışına izin vermediği için, söz konusu denizaltı kira usulü ile tedarik ediliyor. 14 Ağustos 2013 günü Mumbai'de bir kaza sonucu batan INS Sindhurakshak denizaltısı da Rus yapımı Kilo sınıfı bir dizel elektrik denizaltı idi. (Bu kazaya neden olan infilakın muhtemelen tersanede onarım esnasında batarya dairesinde oluşan hidrojen gazı birikiminden kaynaklanabileceğini değerlendiriyorum.)
Nükleer güç Hindistan
INS Vikrant'ın haberleri arasında ulusal olanaklarla nükleer bir reaktörün inşa edildiği haberi de birçok okuyucunun gözünden kaçmış olabilir. Bu haber de çok önemlidir. Hindistan 1998 sonrası nükleer bir güç haline geldi. Dolayısı ile nükleer füzelere sahip. Nükleer denizaltı işletme tecrübesini de 80'li yıllardan itibaren Sovyetler/Rusya Federasyonu üzerinden sağladılar. Geriye, kendi gemilerini inşa etmek kalmıştı. Bunu da tersine mühendislikle, Rusya'dan kiraladıkları denizaltılar üzerinden yaptıklarına şüphe yok. Bu gelişmelerin yanı sıra, dalmış denizaltıdan konvansiyonel gezginci (cruise) füze fırlatma yeteneğine de ulusal olanaklara kavuştukları biliniyor. Ancak dalmış denizaltıdan atmosfer dışına çıkacak nükleer balistik füze atabilme yeteneğine kavuşmaları henüz olası değil. Hepsini topluca değerlendirdiğimizde şu ortaya çıkıyor.
Kıtasal deniz gücü
Günümüzde kıtasal deniz gücü olabilmenin anahtarı iki platformda saklıdır. Birincisi uçak gemisi diğeri de nükleer denizaltıdır. 1,2 milyar insanla dünyanın en kalabalık ikinci ülkesi olan Hindistan, şüphesiz Hint Okyanusu'nun en kritik ülkesidir. Dolayısı ile "bölgesel güç ya da kıtasal gücün" sahip olması gereken güçlü bir donanmaya ve deniz silahlarına adım adım sahip olmuştur. Bu arada Brezilya'nın da birkaç ay önce kendi olanakları ile nükleer hücum denizaltı inşasına başlayacağını ilan etmesi de dikkat çekmektedir. Böylece BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti) içinde nükleer denizaltısı olmayan (Güney Afrika Cumhuriyeti dışında) ülke kalmıyor. Hindistan Deniz Kuvvetleri, savunma bütçesinden % 19 ile en düşük payı alıyor. (Aynı Türkiye gibi) Ancak buna rağmen Hindistan'a prestij sağlayan en önemli güç de donanması.
Donanmanın stratejik kullanım hedefleri neler?
Hindistan'ın Pakistan ile Keşmir, Çin ile Güney Tibet sınır sorunları var. Bu sorunlar nedeniyle her iki ülkeyle değişik zamanlarda savaştılar. Çin-Pakistan stratejik işbirliğinin temeli bu sorunlara dayanmaktadır. Günümüzde İslami köktendinciliğin bataklığına kapılan Pakistan, süratle başarısız nükleer bir devlete dönüşürken, Hindistan ciddi sosyal sorunlarına rağmen ekonomik büyümesini sağlıyor ve dünyanın en büyük demokrasisi olma özelliğini koruyabiliyor. Pakistan'ın aksine ülkede ne siyaset ne de ekonomi askerlerin kontrolünde. Pakistan'ın ilk kullanan olmayı reddetmeyen nükleer silah doktrini ile Hindistan için ciddi bir güvenlik endişesi olduğu bir gerçektir. Ancak ulusal güç kıyaslaması yapıldığında Hindistan'ın her alanda Pakistan'ın çok önünde olduğu da ortaya çıkmaktadır. Hindistan için asıl rakip, Çin Donanmasıdır. Pakistan'ın stratejik ortağının Çin olması da bu konuda önemlidir. Pakistan'ın Arap Denizi'nde, Gwadar limanını Çin'e kiralaması ve Pakistan silahlı kuvvetlerinin en büyük silah tedarikçisinin Çin olması bu durumu açıklamaktadır. Dolayısıyla Hindistan, ŞİÖ içinde gözlemci statüde olmasına ve soğuk savaş yıllarından bu yana Bağlantısızlar Ligi'nde lider ülke olmasına rağmen yeni konjonktürde Avrupa-Atlantik yapı ile ileri seviyede ilişkiler geliştiriyor. Bu durum ABD için son derece önemli. 2005 yılında Hindistan ile nükleer teknoloji alanında imzaladıkları işbirliği antlaşması bu ilişkilerin geldiği seviyeye iyi bir örnektir. ABD kendi iradesi dışında nükleer güç sahibi olan bir ülkenin bu statüsünü tanımakla kalmıyor, aynı zamanda işbirliği geliştiriyor. Diğer yandan ABD, Çin'in Hint Okyanusu'nda varlık göstermesinden ve deniz gücü erişim çapını büyütmesinden rahatsız. Çin, dünya deniz ticaretinin yarısının geçtiği suları kontrol ediyor. Çin'in son 40 yıldır nükleer donanmaya sahip olması ve 2012'den sonra uçak gemisi işletmeye başlaması bu rahatsızlığı ileriye taşıyor.
Hindistan'ın deniz gücü yeteneği ile Çin'e bir endişe kaynağı yaratması ABD'nin nihai hedefidir. Dolayısıyla Hindistan, ABD'nin Asya Pasifik'e yönelik yeni pivot stratejisinde en önemli ülkelerin başında gelmektedir. Hindistan donanması, Çin'in dış ticaretinin önemli bölümünün geçtiği Malakka Boğazını, arkasında ABD desteği olduğu sürece batı yönünden kontrol altına alabilir. (Bunu tek başına gerçekleştiremez.) ABD'nin önümüzdeki dönemde en büyük hedefi Hindistan'ı yanına tam çekmek ve onun bağlantısızlık ilkesini zamanın ruhu paralelinde değiştirmek ve özellikle silahlanmada Rusya'dan uzaklaştırmak olacaktır.

20 Eylül 2013 Cuma

Cumhuriyet dönemi ve Haliç


cemgurdeniz
Kurtuluş Savaşı sonrası Lozan'la İstanbul bölgesi askersizleştirilmiş statüye geçirildiğinden, Taşkızak Tersanesi'ndeki askeri olanakların bir bölümü, yeni kurulan Gölcük Tersanesi'ne taşındı. Böylece Montreux Sözleşmesi'nin imzalandığı 1936 yılına kadar donanma gemilerinin Haliç'te önemli faaliyeti olmadı. Zaten tersaneler de önce 33 yıllık Abdülhamit dönemi ve sonrası yaşanan sürekli savaşlar nedeni ile pek çok yeteneğini kaybetmişti.
Neredeyse son 50 yıldır yeni gemi inşa edilmemişti. Cumhuriyet, ilk gemisini 1937 yılında Gölcük'te inşa edecekti. Montruex Sözleşmesi sonrası, İstanbul eski statüsüne kavuşunca, Donanma, Taşkızak Tersanesi'ni geliştirmeye devam etti. Diğer tersaneler de değişik dönemlerde Seyri Sefain, Şirket-i Hayriye, Fabrikalar ve Havuzlar Müdürlüğü, Deniz Yolları, Denizcilik Bankası vb. kamu kurum ve kuruluşlarının hizmetinde kaldı. Bu arada her geçen gün büyüyen donanmaya ait savaş gemilerinin onarım ve bakım için Taşkızak Tersanesi'ne giriş ve çıkışları Galata ve Unkapanı köprülerinin açılış kapanış zamanlarına aşırı bağımlı hale gelince ve acil onarım ihtiyaçlarında ciddi sıkıntılar yaşanınca, 1990'ların başında yeni tersane arayışına girildi.
1999 Marmara Depremi sonrasında Gölcük Tersanesi'nin suüstü gemi inşa kızaklarının yok olması sonucu, Pendik (İstanbul) Tersanesi Deniz Kuvvetleri'ne devredilince, Taşkızak Tersanesi kapatılarak bu tersaneye taşındı. Böylece 2000 yılında Donanma savaş gemisi onarım/inşaat varlığını Kasımpaşa bölgesinden tamamen çıkarmış oldu. Aslında bu, gelişen şartların zaruri kıldığı doğru bir karardı. Bahriyenin varlığı bugün için tarihi Divanhane binasında bulunan Kuzey Deniz Saha Komutanlığı ve Cezayirli Gazi Hasan Paşa (Kalyoncu) kışlasında devam ediyor.
Bugünkü durum
Özetle, Haliç bölgesi 500 yıllık Türk denizcilik tarihinin bir merkezi durumundadır. Şimdi, geçmiş ve gelecek nesilleri temsil eden İstanbul halkının hiçbir şekilde fikri sorulmadan; çoğulcu demokrasilerin olmazsa olmaz şartı katılımcılık prensibi içinde, halkın görüş ve önerilerine, bir anket, bir kamuoyu yoklaması ve plebisitle başvurulmadan Kasımpaşa'nın 500 yıllık deniz tarihi yok ediliyor.
Altın Boynuz bir nevi Altın Ranta dönüşüyor. Basından takip edebildiğimiz kadarıyla, rant kurbanı 250 dönümlük alandaki tarihi doku ve yapılar korunacak; Haliç bölgemiz, marinalar, oteller ve AVM ile canlanacakmış. Neden marina, neden otel ve neden AVM? Bu seçimi İstanbul halkı adına kim yaptı?
Haliç, tarih ve kültür merkezi olmalı
Yüzlerce yolcu motoru, İDO'nun deniz otobüsleri, Salıpazarı/Karaköy rıhtımına yanaşıp kalkan dev yolcu gemileri ve günde 150 geminin geçtiği Boğaz trafiği içinde çatma riskinin en yoğun olduğu bu en karmaşık alanındaki marinaları, hangi amatör denizci kullanmak ister. Köprüler sık sık açılmadığına göre hangi yüksek direkli yelkenli veya yüksek gövdeli yat bu marinaya girebilecek?
Bu bölgede sadece zengin turistlerin kalabileceği beş yıldızlı oteller ya da AVM'ler yerine neden ABD/Washington DC'deki, Smithsonian benzeri müzeler zinciri düşünülmüyor? Neden Valide kızağının içine Kırım Savaşı'nın efsanevi kalyonu Mahmudiye'nin bir replikası yapılmıyor? Neden aynı alanda sivil bir denizcilik müzesi kurulmuyor? (Bu arada Donanmanın Beşiktaş'ta büyük bir deniz müzesi varken, sivil denizciliğimizin hala bir müzesi yok) Neden, Karaköy ve Salıpazarı rıhtımlarına yanaşan dev cruise gemilerine ve tarihi yarımadaya yürüme mesafesindeki bu bölgede yeni etnografya, teknoloji, sanat, kültür ve tarih müzeleri ya da akvaryum kurulmuyor?
Neden hükümetin övünerek koruduğunu iddia ettiği Osmanlı mirası sadece Topkapı Sarayı' nda sergileniyor ve depolarda tutulan on binlerce obje için yeni müzeler kurulmuyor? İstanbul'da 33 müze olduğu ve bunun 12 milyonluk turistik bir şehir için ne denli yetersiz olduğu görülmüyor mu? Kopenhag-Danimarka'da 150, Stockholm-İsveç'te 70, Kyoto-Japonya'da 203, Hamburg- Almanya'da 60, Berlin'de 180 müze olması yöneticilerimizi hiç mi ilgilendirmiyor?
Litorum usus, publicus est
(Kıyılar halkın kullanımı içindir)
İngiliz kraliyet donanmasının kalbi, Portsmouth'da atar. Zira Trafalgar deniz savaşında (1805) Amiral Nelson'ın hayatını kaybettiği sancak gemisi HMS Victory ile sanayi devriminin ilk ürünü HMS Warrior müze gemileri burada bulunur. Kıyı şeridinde ayrıca başka müzeler de bulunur. Cameron hükümeti bırakın bu alanda beş yıldızlı otel yapmayı en ufak tadilat bile yapamaz. Çok iyi bilir ki İngiliz halkı böyle bir şeye izin vermez.
Bir topluluk ortak tarihi mirasının bilincinde olarak ve onu koruyarak millet olur. Tarihimizin içinden gelip geleceğe uzanan 500 yıllık denizcilik mirasımızı gelecek kuşaklara mutlaka aktarmalıyız. Unutmayalım uygarlık, denizde ve kıyıda başlar. Roma hukukunun en temel prensiplerinden birini burada hatırlatalım. "Litorum usus, publicus est." (Kıyılar halkın kullanımı içindir.) Dünyanın en değerli coğrafyasında 500 yıllık denizcilik mirası ve geleneği, rant uğruna yok edilmemelidir.

6 Eylül 2013 Cuma

Deniz, kitap, sanat ve hapis



Deniz karşılıksız sevilir. Ben de onu karşılıksız sevdim. Çok şanslı idim. Hem denizci bir ailede, hem de deniz kıyısında Boğaziçi’nde hayatla tanıştım. 8 yaşında sandalım 15 yaşında yelkenlim oldu. Yaşıtlarım çelik çomak oynarken, ilkokulda gemi maketleri yapmaya başladım. Daha sonra meslek olarak denizciliği seçtim ve 2012 Ağustosuna kadar 40 yıl Cumhuriyet Donanmasının üniformasını şerefle taşıdım. 40 yılın sonunda gücünü yalan ve iftiralardan alan Balyoz davası ile tasfiye edildim ve çok sevdiğim Bahriyeden ve savaş gemilerinden ayrılmak zorunda kaldım.
Hapis hayatı denizcileri zorlamaz
Hapis hayatı denizcileri zorlamaz. Zira denizdeki yaşantı başta doğa ile mücadele; daha sonra dar bir alanda diğer insanlarla birlikte yaşamak; sevdiklerinizden, kişisel konforunuzdan ve önceliklerinizden haftalarca, bazen aylarca ayrı kalmaya katlanmak demektir. Uzun süre karadan ayrı kalabilen denizciler özgürlüğünden bilerek geçici olarak vazgeçmiştir. Artık o doğanın ve kendi iradesinin rehinidir. Önce kendisi ile giriştiği mücadeleyi daha sonra doğa ile mücadeleyi kazanmalıdır. Kendi iradesine yenilen denizci hayatta kalamaz. İradesini yenerek özgürleşmelidir. İşte bu nedenle bir şekilde tutsak edilen denizciler hapis hayatını diğer meslekten gelenlere nazaran çok daha farklı değerlendirebilirler. 1755 yılında İngiltere’de yayımlanan “Life of Johnson” isimli eserinde Boswell şunları söylüyordu:
“Kendini bilerek tutsak edecek bir niyeti olmayan hiç kimse denizci olmayacaktır. Bir gemide olmak denizde boğulma şansı da olan hapishanede olmakla eş değerdedir. Hapishanedeki bir adamın en azından daha geniş yaşam alanı, daha iyi yemeği ve arkadaşları vardır.”
Tam 2 yıl karaya ayak basmamıştı
Boswell’in kitabından tam 50 yıl sonra Trafalgar deniz savaşında İngiltere’ye neredeyse 100 yıl denizlerde egemenlik kuracak bir zafer armağan eden ve bu savaşta sancak gemisinde ölen, İngiliz Donanma Komutanı Amiral Horatio Nelson, Napolyon Fransa’sına karşı Atlantik ve Akdeniz’de Kraliyet Donanmasının uyguladığı abluka sırasında tam 2 yıl boyunca değil evine gitmek, karaya ayak basmamıştı. Aynı Amiral, subaylık yıllarında bir defasında evinden ve ilk eşi Frances’den tam beş yıl ayrı kalmıştı. Ancak denizin büyüsü, geminin karşı konulamaz kendine has dünyası ve sarsılmaz vatan sevgisi Amiral Nelson’ı her zaman ayakta tutabildi. Ölmeden önce sancak gemisi HMS Victory Komutanına söylediği son sözler çok anlamlıdır. “Hardy, Vatanıma karşı görevimi yaptım. Huzur içindeyim.”
Değişen tek şey zaman
1968 yılında Güney Okyanusunda sürekli doğuya giderek dünyayı durmaksızın ve tek başına dolaşan ilk denizci olan İngiliz yelkenci Knox Johnston da Güney Okyanusu geçişini zor bir hapis cezasına benzetiyor ve şöyle diyordu:
“Böylesine bir dünya turu, en acımasız hapis cezasına eş değerdi. Her an boğulma tehlikesinin olduğu bir ortamda, yüksek güç gerektiren bedensel faaliyetler ve tecrit.”
İşte ben de içinde bulunduğum TCG Hasdal ve TCG Silivri adını verdiğim beton gemilerde zorlu bir deniz seyrine katıldığım kabullenmesiyle hapishane günlerimi denizdeymiş gibi geçiriyorum. Bu beton gemilerin en önemli özellikleri hiç sallanmamaları ve varış limanının belirsizliği. Değişen tek şey zaman ve gök cisimlerinin hareketleri.
Hasdal ve Silivri’de deniz özlemimi gidermek için üç şeyle uğraştım. Birincisi kitap okumak ve yazmak. İkincisi gemi maketleri ve diyaromalar yapmak; Üçüncüsü de görebildiğim tüm gök cisimlerini incelemeye çalışarak, göksel, diğer adıyla astronomi seyrindeki kullanımlarına yönelik pratik uygulamalarda bulunmak.
2,5 yılda 2000 sayfa kitap yazdım
Hasdal ve Silivri’de geçirdiğim 2,5 yıl içinde 2000 sayfaya yakın kitap yazdım. Bu kitaplar Cumhuriyet Donanmasının gelişimi ve 2010 yılında uğradığı Balyoz Baskınının sebep-sonuç ilişkileri üzerine odaklandı. Yazdıklarımın küçük bir bölümü “Hedefteki Donanma” isimli kitapta kamuoyuna sunuldu. Bahriyeli diğer Balyoz tutsaklarının yazdıkları kitaplar denizcilerin zor şartlarda bile ne kadar üretken ve yaratıcı olduklarını ortaya çıkardı. Amiral Semih Çetin’in “Bir İhanetin Öyküsü”, Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen’in “Kardak’ta Kahraman, Hasdal’da Tutsak”, Amiral Özden Örnek’in “Cambaza değil Balyoz’a Bak” isimli kitapları kamuoyunun Balyoz tertibi ve donanmanın düşürüldüğü durum ile ilgili uyanışına büyük hizmetlerde bulundu.
Diğer bir uğraşım sanat oldu. Özellikle Silivri’de gemi maketleri ve diyaromalar yapmaya başladım. Yaratıcılıkla değişim geçiren malzemeler örneğin şeker karıştırma çubuğundan güverte tahtası, kürdandan direk, diş macunundan deniz gibi uygulamalar ile maket ve diyaromalara hayat verdim. Çocukluğumda yaşadığım ortamları ve gitmeyi hayal ettiğim yerleri modelledim.
Sanat ruhu özgürleştiriyor
Şuna inandım, sanat hapisteki insanın yaratıcılık duygusunu güçlendirerek onun ruhunu özgürleştiriyor. Öylesine özgür ki, bedeni tutsak alınsa bile ruhu diş macunundan yapılan denizde yüzecek, kağıttan bir kotrada yelken yapabilecek kadar özgür. Hasdal, Hadımköy, Silivri ve Maltepe’de bulunan tutsak askerlerin Vardiya Bizde Platformu vasıtasıyla İstanbul, İzmir ve Ankara’da açtıkları resim sergilerinin başarısını benim anlatmama gerek yok. Basında çok yer aldı.
Avluda bile güneş görünmüyordu
Üçüncü uğraşım denizcilerin seyir (navigasyon) disiplini üzerine odaklandı. Ancak bu seyir olağan koşullar seyri yerine, olağanüstü koşullar seyrine (emergency navigation) yönelikti. Örneğin Silivri’de bulunduğum cezaevinde Kasım ayı ortasından Ocak ayına kadar koğuşumuzun 6x10 metre ebadındaki avlusundan açık havada güneş hiç görünmüyordu. 5 metre derinliğindeki boş bir yüzme havuzunun dibinde yürüdüğünüzü düşünün. İşte duvarlar o kadar yüksek ki, güneş meridyen geçişinde tepe yaptığında dahi avludan görünmüyordu. Bu durumun ne kadar süreceğini hesap etmek için çalışmaya başladım. Meslek bilgilerimi tazeleyerek sonuçta 7 Ocak 2013 öğlen meridyen geçişi esnasında güneşin görünebileceğini hesapladım ve doğru çıktı. Bu sonuç bende yeni bir fikir oluşturdu. Olağanüstü durumlarda açık denizde gemide ya da can salında her şeyini kaybeden bir denizci için yönünü ve mevkiini bulmasına yardım edecek bir navigasyon kitabını yazmaya başladım. Kısaca, hapis insanı gerçek kimliği ile buluşturan bir sınavdır. Sınav sonunda, her fırtınalı seyirden gemisini emniyetle limana döndüren kaptan gibi, daha güçlü ve daha tecrübeli çıkarsınız.
Nelson Mandela’nın dediği gibi: “İnsan direngenliği, ruhunun adaletsizliğe direnme yeteneğini bizzat hapishanede buluyor. Ve burada... Liderlik vasıflarına, adaletsizliğe karşı nerede olursa olsun mücadele etmeye kararlı bir insanın niteliklerine sahip olmak için yüksek okullardan mezun olmak gerekmediğini öğreniyorsunuz... Teslim olmaktansa cezayı hatta aşağılanmayı tercih ederek militan bir tavrı benimseyen o kadar çok insan gördüm ki.” (Mandela, Kendimle Konuşmalar-Optimist Yayınları, İstanbul 2011, Sayfa 236)

3 Eylül 2013 Salı

Hukuk ve İHA lar


Peki, bu araçların hukuki meşruiyetleri nedir? Obama yönetimi, Bush dönemine oranla Pakistan ve Afganistan’da silahlı İHA kullanımını olağanüstü boyutlarda öne çıkardı. 11 Eylül sonrası Kongre’nin Başkan’a verdiği askeri gücün yetkilendirilmiş kullanımı (AUMF) yasası ile bu güç kullanılıyor.
Terörle mücadelede bu kullanıma “Hedeflenmiş Kimlik İmhası: Targeted Signature Killings” adı verildi. Böylece Afganistan, Pakistan, Yemen ve Somali’de 500’e yakın saldırı yapıldı. Büyük çoğunluğu CIA kontrolünde terörle mücadele kapsamında yapılan bu saldırılarda 2004 yılından bu yana, sadece Pakistan’da 900’ü sivil (200 çocuk) 3300 civarında insan öldürüldü, 1500 kişi yaralandı. Sivil ölümler İHA’ların uluslararası savaş hukuku bakımından meşruiyetinin sorgulanmasını gündeme getirdi.
Öncelikle izinsiz hava sahası kullanımı ve ileri teknoloji sayesinde karşı tarafa hiçbir ikaz/uyarı yapmadan kullanılması gibi konular eleştirilmeye başlandı. Başkan üzerinden CIA’ya verilen yetkinin ne kadar meşru ve ahlaki olduğu dış dünyada da sorgulanıyor. 2012 yılında küresel çapta yürütülen bir anketin sonuçlarına göre, Fransızların %63, Almanların %59, Türklerin %81 ve Yunanlıların %90’ı silahlı İHA kullanımına karşı.
‘Terörle mücadele’ klişesi
Birleşmiş Milletler ilk kez 24 Ocak 2013 tarihinde Amerikan İHA’ları konusunda özel inceleme başlattı. Diğer taraftan ABD, yoğun İHA saldırıları ile hukuku zorlayarak ve hatta ihlal ederek küresel çapta diğer ülkelere de bu silahın yaygın kullanımı için hukuki ve ahlaki zemin hazırlıyor. Böylece gelecekte sadece dış tehdit için değil, bazı hükümetler muhalif gruplara karşı sınırsız bir şekilde “terörle mücadele ediyorum” klişesi altında silahlı İHA kullanırsa şaşmamak gerekecek.
Bu durumdan fazlasıyla rahatsız olsa gerek, Başkan Obama geçen Mayıs ayında Washington DC’de, NDU-Ulusal Savunma Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada, “Bir askeri taktiğin yasal ya da hatta etkili olduğunu söylemek, her durumda akıllıca ya da ahlaki olduğunu söylemem anlamına gelmez” dedi. Obama artık şirazesinden çıkan İHA kullanımıyla ilgili, olarak bu konuşmasında öldürme yetkisinin CIA’dan alınarak Savunma Bakanlığı’na verileceğini; sadece teröristler yakalandığında kullanılacağını; harekât yapılan ülke ile mutlaka danışmalarda bulunulacağını vurguladı.
CIA-Savunma Bakanlığı rekabeti
Rekabetin özü CIA’nın artık savaşan bir kurum haline dönüşmesinden kaynaklanıyor. İHA savaşı neredeyse CIA ürünü askeri bir taktiğe dönüşmüş durumda. Savunma Bakanlığı’nda İHA kullanımı hesap verilebilir bir süreç izlerken, CIA’da böyle bir durum söz konusu değil. Savunma Bakanlığı’nın öldürücü güç kullanımı, Kongre yetkisine bağlıyken ve bu eylemeler uluslararası hukuk ve silahlı çatışma hukukuna tabiyken, CIA’da bu durum Başkan’ın örtülü onayı ile gerçekleşebiliyor. Savunma Bakanlığı’nın kullanımı gizli (clandestine) statüdeyken, CIA kullanımı, örtülü (covert) statüde gerçekleşiyor. Bu durum CIA’ya kendi iç hukuk sistemlerine göre eylemleri reddetme hakkı veriyor.
Yeni bir hukuki düzenlemeye gerek var
Görünen o ki, 21’inci yüzyılda ABD silahlı kuvvetleri personel kayıplarını ve personel bütçesini ileri teknoloji kullanarak uzun dönemde azaltmak için insansız savaş araçlarını her alanda geliştirmeye devam edecek. Dolayısı ile bu gelişme, Türkiye dahil tüm ülkeleri hem insansız araçlarla donanmak ve hem de insansız araçlara karşı tedbir almak için yeni yatırımlara sevk edecek. Ancak bu savaşın kuralları kodifiye edilmiş değil. Dolayısı ile Birleşmiş Milletlerin, artık çok geç olmadan insansız savaş araçlarının silahlı çatışma hukukuna göre kullanımlarını düzenleyecek ve kısıtlama getirecek bir kodifikasyon sürecini başlatması gerekiyor.

27 Ağustos 2013 Salı

Antarktika ile uğraşırken arktik Okyanusu'ndan uzaklaşmayalım



Antarktika’da Türk Bilim Üssünün kurulması çalışmaları “tam yol ileri” devam ediyor. Ne diyelim, demek ki kendi deniz alanlarımızda bilimsel çalışmalar biz hapisteyken tamamlanmış. Ne mutlu denizlerimize ve deniz bilimciliğimize. Merak ediyorum, Antarktika’daki bilim üssünde yabancı bir bilim insanı bizim temsilcimize şunları sorduğunda ne cevap verilecek? Marmara Denizinizde kirlenme kontrol altına alındı mı? Marmara fayını kendi gemilerinizle incelemeye başladınız mı? Çevre denizlerinizin 200 metreden derin sularındaki canlı hayatını incelediniz mi? Doğu Akdeniz kirliliğine Türkiye’nin katkısı ne? Ekonomik mucizeler yarattığı iddia edilen hükümetinizin torunlarınızın geleceğini ilgilendiren deniz kirliliğine karşı kayıtsızlığına, bilim insanları olarak ne tepki verdiniz? Doğu Akdeniz, Karadeniz ve Ege’de Balık stoklarınız nedir? Denizlerinizin yüzde kaçının sismik taraması tamamlandı? Hükümetinizin gözbebeği Kanal İstanbul projesinin çevreye etkilerini değerlendirdiğiniz bir çalıştay yaptınız mı? İklim değişikliğinin denizlerinize ve canlı hayata etkisi konusunda halkı aydınlatıyor musunuz?
Arktik Okyanusunda kazan kaynıyor: Neyse konumuz Antarktika değil. Jeopolitik ve stratejik perspektifte Antarktika ile kıyaslanamayacak kadar önemli bir yer. 21’inci yüzyılın jeopolitik yönden en kritik bölgelerinden birisi, Kuzey Buz Denizi yani “Arktik Okyanusu”. Stratejik arenada bu bölgeye NATO jargonu ile “Yüksek Kuzey-High North” adı veriliyor. Bu bölgede ABD, Rusya Federasyonu, Kanada, Norveç ve Danimarka’nın kıyısı var. Okyanusun % 88’i sahildarların Münhasır Ekonomik Bölgesi iken % 12’lik kısmı açık deniz (high seas) statüsünde. Dolayısı ile sahildarlar arasında gerek kıta sahanlığı/MEB sınırlandırılması gerekse deniz ulaştırma rotaları üzerinde zararsız geçiş ve transit geçiş gibi konularda ciddi sorunlar var. Ayrıca Kanada’nın Rusya ve Danimarka ile Kardak benzeri egemenliği tartışmalı adacık sorunları var. Yakın bir gelecekte deniz egemenleri arasında ciddi baş ağrısı yaratacak bu yeni jeopolitik çekim alanının en temel iki özelliği, deniz ticaretinde devrim yaratacak yeni deniz ulaştırma rotalarına ve yüksek miktarda petrol, doğal gaz ve stratejik madenlere sahip olması. Yüksek Kuzeyin gündeme gelmesinin bir diğer nedeni ise son 35 yılda küresel ısınma nedeniyle buzulların erimeye başlaması.
Deniz Ulaştırmasında Devrim: Artık yaz aylarında Arktik Okyanusunda seyir olanağı artıyor. Örneğin tarihsel olarak en sert buzların olduğu Kanada bölgesinde bile 1978 yılından bu yana % 39 erime tespit edildi. Tüm bölgede ortalama olarak yılda 70 bin km² buz eriyor. Bilim adamları 2024 sonrası buz erimesinde keskin bir düşme bekliyorlar. Simülasyonlara göre 2040 sonrası bölgenin deniz ulaştırmasına tamamen açılacağı tahmin ediliyor. Böylece okyanuslar arası deniz ticaret rotaları kısalıyor. Bu bölgede üç ana rota mevcut. Birincisi,Kuzey Doğu geçidi ya da Kuzey Deniz Rotası. Rus kıyılarını takip eden ve Atlantik ile Pasifik Okyanuslarını birleştiren rotadır. Günümüzde yazları senede iki ay kesintisiz seyir yapılabiliyor. İkinci rotaKuzey Batı rotası olarak da bilinen Kanada Arşipel Geçididir. Atlantik ile Alaska Kuzeyini birleştiriyor. 2007 yılında ilk kez kısa süreli de olsa seyre açıldı. Üçüncü rotaArktik Köprüsü olarak isimlendirilen Murmansk/Rusya ile Kanada ve ABD’nin Atlantik kıyılarını birleştiren rotadır.
Bu rotalar sayesinde Atlantik ile Pasifik arasında Panama Kanalı üzerinden veya Atlantik ile Hint Okyanusu /Çin arasındaki Süveyş kanalı üzerinden işleyen mevcut deniz rotaları neredeyse süre ve mesafe olarak yarı yarıya kısalıyor. Bu şekilde kanal masrafları dahil Roterdam-Shanghai arasında çalışan bir konteyner gemisi tek seferde yarım milyon dolar tasarruf edebiliyor. 2008 yılına kadar bu sularda seyir yapabilecek özellikte 262 buz kırıcı ticaret gemisi varken bu sayı günümüzde 600’ü geçmiştir.
Enerji Deposu: Dünya petrol ve gaz rezervlerinin % 25’inin bu suların diplerinde olduğu değerlendiriliyor. Bu okyanus kıyılarının yüzde 65’i Rusya Federasyonu’na ait. Dolayısı ile Rusya Federasyonu’nun petrol ve doğal gaz rezervlerinin kabaca %80’i bu suların diplerinde bulunuyor. ,2 milyar m³ rezerv ile dünyanın en büyük gaz rezervi olan Skothman havzasında Rusya 2008 yılından sonra gaz temin çalışmalarına başladı. Rusya’yı bir yıl sonra Barents Denizinde Norveç izledi.
Yeni Soğuk Savaş: Arktik’teki bu gelişmelere ABD’nin tepkisi gecikmedi. 2008 yılında ABD Başkanı Bush tarafından yayınlanan ulusal güvenlik dokümanında “ABD’nin askeri ve ticari gemilerinin Arktik Okyanusu’ndaki seyir serbestîsinin korunmasına yönelik”direktif, Arktik Okyanusu’nda yeni bir soğuk savaşın başlangıcını işaret etti. Rusya’nın bölgede 8’i nükleer 11 büyük tonajlı buz kıran gemi/römorkörünün olması (ABD’nin iki tane klasik buz kıran gemisi var) Atlantik-Avrasya rekabetinde Ruslara büyük avantaj sunuyor. Ruslar ayrıca dünyanın ilk nükleer güçlü açık deniz petrol/doğal gaz sondaj platformunu da hazırlıyorlar. 2 Ağustos 2007 günü, Arktik Okyanusunda ünlü Rus bilim adamı “Lomonosov”‘un ismi ile anılan bölgede, 4000 metre derinlikteki deniz tabanına, Rus bayraklı bir plaket yerleştirdiler. 2009 yılında da Medvedev, “Arktik Okyanusu, Rusya Federasyonu’nun milli gelirinin % 20 ve ihracatının % 22’sini üretiyor” şti.
Çin de Arktik Okyanusunda: Geçtiğimiz yıllarda Çin, Arktik Okyanusunun Pasifik ve Atlantik kapısı olan Bering Boğazını Çin’in güvenlik endişe alanı olarak belirledi ve bu boğazdaki çıkarlarını için gerekirse kuvvet kullanabileceğini deklere etti. Çin, Bering Boğazı ve diğer Arktik rotaları kullandığı takdirde hem Malakka Boğazına olan bağımlılıktan büyük ölçüde kurtulabiliyor, hem de ulaştırma giderlerinde senede 60-100 milyar $ tasarruf elde edebiliyor. Çin ŞİÖ içindeki işbirliği kapsamında Rusya ile ayrıca Arktik Okyanusunda enerji işbirliğini geliştiriyor. Son olarak Gazprom ile CNPC, birlikte sondaj çalışmalarına başladı.
Dışişleri Bakanlığına iki Öneri: Arktik’in bu denli artan önemi karşısında öncelikli olarak “Arktik Konseyde” gözlemci statüsü kazanmak için girişimde bulunulması gerekir. Diğer bir konu da “Svalbard Antlaşması”dır. Bu sularda Kuzey Kutbuna 1000 km mesafede, 62 bin km² genişliğinde Norveç’e ait Svalbard ımadaları var. Kömür zengini bu adalarda 2500 kişi yaşıyor. Bu adaların hukuki statüsünü belirleyen Svalbard Antlaşması, 9 Şubat 1920 tarihinde imzalandı. Antlaşmaya, Afganistan ve Suudi Arabistan bile tarafken, Türkiye taraf değil. antlaşmaya taraf olunmakla Svalbard Adalarının karasularına giriş ve oturma hakkı ile ticari ve endüstriyel madencilik faaliyetlerine katılma hakkı tanınıyor. İsteğimiz oraya bilim üssü kurup, gemi göndermek falan değil. Tek bir Türk Lirasına neden olmayacak şekilde, antlaşmaya taraf olmak.
Düşündüren bir söz
Ruhu, ulusal gurur duygusu ve bir ideali olmayan insanlar, ne aşağılanma ne de bozgun yaşarlar; ne ulusal bir miras yaratabilir, ne herhangi bir kutsal misyondan ilham alır ve içlerinden ne ulusal kahraman ne de şehit çıkarabilirler. NELSON MANDELA (Kendimle Konuşmalar-Optimist Yayınları)

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Osmanlı imparatorluğu deniz uygarlığı kuramadı


Osmanlı İmparatorluğu denizgücü ile Akdeniz ve kısmen Kızıldeniz dışına çıkarak okyanuslara erişemediğinden, deniz uygarlığının bir parçası olamadı. Akdeniz’e hakim olduğu zaferler yüzyılı 16’ncı yüzyılda bile, bir milyon nüfusa sahip Portekiz’in anavatanından 9000 mil öteye deniz gücü göndermesine engel olamadı. Anavatanının eteklerinde hareket eden Osmanlı Donanması, Hint Okyanusunda ve Basra Körfezinde Portekiz’e meydan okuyamadı.
Osmanlı İmparatorluğu Asya ve Afrika ile Avrupa’nın kesiştiği noktada gelişmesine rağmen deniz gücü anlayışına ve daha önemlisi onun ayrılmaz parçası olan teknolojik yeniliğe (inovasyona) asla sahip olamadı. Küresel yenilikler Portekiz’i okyanus denizciliği ve keşiflere; İngiltere’yi deniz egemenliği ve sanayi devrimi öncülüğüne; ABD’yi 20’nci yüzyılda bilişim devrimine ve denizlerde kesin hâkimiyete taşırken, Osmanlı 3 kıtada bir imparatorluk kurmuş olmasına rağmen denizlere yöneliş bir yana, siyasi coğrafyasının denizlere yönelik temel teorisine dahi sahip olmadı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde deniz jeopolitiği üzerine yazılmış tek bir eser olmadığını vurgulayalım. Cihan İmparatorluğunu deniz uygarlığına dönüştüremeyen Osmanlı, -16’ncı yüzyıl hariç-deniz ve denizciliği, stratejik perspektifte bir amaca dönüştürmedi. Denizcilik, kapitülasyonlar nedeniyle zaten Türklerden uzak tutulmuş, Yunanistan’ın bağımsızlığına kadar Rum denizcileri devletin her türlü deniz ve denizcilik ihtiyaçlarında kullanılmıştı. İpek ve baharat yollarının karada ve denizde çoğunluk kontrolüne sahip olduğundan yeni keşiflerle, keşifler sonrası değişik okyanuslarda yeni dış ticaret çıkar alanları oluşturmaya gerek görmediler.
Abdülaziz Donanması: 16 ncı yüzyıl sonrası donanmanın önem ve önceliğini bir devlet adamı olarak en iyi gören ve imparatorluğun uzaktan savunulmasında donanmanın rolünü değerlendirebilen tek sultan Abdülaziz olmuştur. İlk modern savaş olarak kabul edilen Kırım Savaşından sonra askeri teknoloji alanında çok geri kalındığını; denizaşırı istila güçlerine ancak denizde karşılık verilebileceğini yaşayarak öğrenen sultan, 1861-1876 arasındaki iktidarında Osmanlı donanmasında ve tersanelerinde yelkenden stime, ahşaptan çeliğe geçişi sağlayan süreci hızlandırdı. Ancak büyük bütçelerle ve başta subay personel olmak üzere alt yapısı hazır olmadan acele ile değişik ülkelerden alınan savaş gemilerinden oluşan donanma, Abdülaziz devrildikten sonra iktidara gelen II. Abdülhamit döneminin başlarında yaşanan 1877-78 (93) Osmanlı-Rus Harbinde başarı gösteremedi. Yeşilköy’e kadar gelen Rus ordularını İngiliz Kraliyet Donanması Haliç’e girerek durdurabildi. Daha sonra 33 yıl iktidarda kalan II. Abdülhamit, donanmayı kendi iktidarına bir tehdit olarak gördüğünden onu küçültmeye odaklandı. 33 yıl hareketsiz kalan donanma operasyonel yeteneklerini ve kültür birikimini kaybetti. Böylece Türkler 20’nci yüzyıla donanmasız girdi. Yazımızın sonraki bölümünde Türk denizciliğini incelemeye devam edeceğiz.
Denize en yakın yegane Türk devlet adamı, Atatürk
Denizgücü ve denizcilik Türklerin tarihinde 16’ncı yüzyıl hariç, Mustafa Kemal dönemine kadar jeopolitik perspektifte önem ve öncelik konumuna oturtulamadı. Mustafa Kemal, denizin jeopolitik ve ekonomik değerini en iyi görebilen devlet adamı oldu. Cumhuriyet Donanması ile Cumhuriyet Denizciliğine en büyük ivmeyi o verdi. Çanakkale Savaşları esnasında bir yabancı gazeteciye şunları söylemişti: “Karada kıstırılmış durumdayız. Tıpkı Ruslar gibi. Boğazları tıkamakla Rusları Karadeniz’in içine kapamış olduk ve eninde sonunda çökmeye mahkûm ettik. Çünkü müttefikleriyle bağını kesmiş olduk. Ama biz de çökmeye mahkûmuz. Hem de aynı nedenden. Gerçi Akdeniz’in Karadeniz’in ve Hint Okyanusunun eteklerindeyiz. Ama herhangi bir okyanusa açılamıyoruz.”
Deniz uygarlığının ayrılmaz parçası sivil denizcilik gelişemedi
Atatürk yeni cumhuriyetle deniz ve denizciliğe önem vermiş ancak donanma güçlenirken denizcilik gücünün sivil bacakları aynı oranda güçlenememiştir. Savaşlar yorgunu Anadolu’nun alt yapı sorunları, eğitimli insan gücü eksikliği ve en önemlisi sermaye birikiminin olmayışı denizcilik sektörünü geri plana itmiştir.
Avrupa-Atlantik yapı zaten ağır gelişen denizcileşmeyi duraksattı
Türkiye’nin 1946 sonrası Avrupa-Atlantik blokta yer alması ve 1952 sonrası NATO üyeliği de denizcileşmesini ivmelemek bir yana duraksatmıştır. Sadece NATO üyeliği, donanmanın başta ABD olmak üzere modern bahriyelerden savaş gemisi transferleri ile bilgi ve tecrübe aktarımına kısıtlı katkı sağlamış, ancak strateji ve doktrin üretiminde ulusal çıkarlarımız yerine egemen güçlerin çıkarlarına bağımlılığı öne çıkarmıştır. Örneğin, çevre denizlerde NATO sorumluluk sahaları tahsis edilirken, Ege ve Doğu Akdeniz’i Yunanistan’a bırakacak kadar aymazlık içinde kaldık. Eğer 1963 Kıbrıs krizi ortaya çıkmasaydı, NATO’nun ışıltısıyla büyülenmiş Türkiye yöneticileri, Akdeniz ve Ege’de tatbikat yapmayı bile düşünemeyecek duruma gelmişlerdi. (Bu arada ABD’den hibe edilen savaş gemilerinin silah ve sensör sistemlerinin detaylı kullanım talimatları ile gemilerin savaş doktrinlerinin tam olarak verilmediğini de not edelim)
Sivil denizciliğin kalkınması ve Türklerin denizcileşmesine Avrupa-Atlantik yapının katkı sağlaması bir tarafa, tavsiyesi bile olmamıştır. Türkiye’nin son 67 yılda laiklikten ve üniter yapısından uzaklaşmasına, sadece tüketen, sömürülmeye açık doğulu bir toplum oluşturmasına olanak sağlayacak yüzlerce sivil toplum projesine destek veren ABD ve Avrupa ülkelerinden, Türkiye’de 1946 sonrası deniz ticareti, balıkçılık, tersanecilik, deniz adamı eğitim/öğretimi gibi alanlarda dış yardım veya program desteği söz konusu olmamıştır.Zira bu yapı denizlerde ve okyanuslarda ilerde kendine rakip olabilecek yeni oyunculara tahammül edemez. Bu alanda gelişmiş ülkeler içinde sadece Japonya, Türkiye’ye gerek gemi inşa gerekse balıkçılık alanında maddi destek sağlayarak eğitim ve yatırım programlarına destek olmuştur.
Deniz körlüğü ve ilkel birikim
Kendi idarecilerimizin deniz körlüğü ile tecrübesizlikten daha kötü olan bilgisizlikleri ve ayrıca ondan da kötü olan ilkel birikim hırsları nedeniyle tarihin önemli dönüm noktalarında doğan fırsatlar da kaçırılmıştır. Bu konuda belki de en güzel örnek Yunanistan’dır. Son 60 yıldır dünya deniz ticaret filosu büyüklüğünde, daima dünya sıralamasının ilk üçünde yer alan, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ekonomisi mahvolmuş Yunanistan’ın deniz ticaret filosunun büyümesi göz kamaştırır. Deniz ticaret filomuzun efsanevi kaptanı merhum Şefik Gögen’in 2011 yılında Osman Öndeş tarafından yayınlanan biyografisinde (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) bu konuda söyledikleri çok dikkat çekicidir:
“Nasıl hayıflanmayalım! Nasıl boynumuzu büküp, büyüyen ve kökleri ilk asırlara giden Yunan denizciliğinin gelecek bir çeyrek asırdaki büyümesini şimdiden görmeyelim. İkinci Dünya Savaşının başlamasından birkaç ay önce Yunan bayraklı Deniz Ticaret Filosu 600 gemiden oluşuyordu. Savaş yıllarında bu filonun tamamı Müttefiklerin emrine alınmış, Atlantik konvoylarında görev alan Yunan ticaret gemilerinin üçte ikisi batmıştı. Savaş sonunda can çekişen tortu bir filo kalmıştı. Yunanlıları düştüğü girdaptan kurtaracak fırsat, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında 4500 adet Liberty sınıf yük gemisini (savaş sırasında Avrupa’ya savaş malzemesi taşımak için ABD’de binlercesi inşa edilen şilepler. Y.N.) yok pahasına satış kararı ile çıkmıştır. Yunanlı armatörler bu gemilerden 100 adedine talip oldular. Yunan hükümeti de her bakımdan onları destekledi. Türkiye’de o zaman deniz ticaretinden nasibini alamamış bir zihniyet hâkim olduğundan Türkiye’de bu gemilerden satın alabilecek üç beş civarındaki müteşebbise bile izin verilmemiş, yardımcı olunmamıştır.”
Akan yıllar içinde Türkiye, sadece donanma alanında pek çok yönden deniz uygarlığına sahip ülkeler arasına girebilecek gelişme ve kazanımları elde etti. Bu başarı grafiği Cumhuriyet Donanmasının gerek ganbot diplomasisi rolünde çevre denizlerde kullanımı gerekse açık denizlere yönelişi ile yükseldi. 2010 yılından itibaren donanmanın Hint Okyanusunda sürekli varlık göstermesi bu süreci hızlandırdı. 2011 yılında kendi dizaynımız olan TCG Heybeliada korvetini % 70 ulusal katkı ile -bazılarının insafsızca Deniz Kuvvetlerine 1999 yılında devri tarihi bir hatadır dedikleri- İstanbul Pendik Tersanesinde gerçekleştirmesi başarı grafiğine son noktayı koydu. Bu başarıların ödülü Ergenekon, Kafes, Poyrazköy, Balyoz, Askeri Casusluk gibi isimli tertip davalar ile alındı. Milletinin kuvvet ve komuta yapısı ile gurur duyabileceği bu üstün donanmanın en az gemileri kadar kıymetli 40 amiral ve 400 denizcisi sahte delil ve iftiralarla tasfiye edildi. (Hapse atılan bir kişi üzerinden korku toplumu yaratılarak 1000 kişinin etki altına alınabileceğini de hatırlatalım.) Bu yönü ile 20’nci yüzyıl başında II. Abdülhamit’in Türk donanmasına yaptıkları ile 21’inci yüzyıl başında 2008-13 arasında Cumhuriyet Donanmasına yapılanlar arasında çok büyük benzerlikler bulunmaktadır. İlkinde yeni bir yüzyıla donanmasız, ikincisinde amiralsiz girildi.

13 Ağustos 2013 Salı


Modern Türk tarihinin en büyük ihaneti sayılabilecek isimli dava (Ergenekon, Poyrazköy, Kafes, Balyoz, Askeri Casusluk) tertipleri ile Türk Deniz Kuvvetlerinin komuta yapısı çökertildi. Deniz Kuvvetlerinin 40 Amirali ve 400’e yakın deniz subayı/astsubayı hapishaneler ve mahkeme salonlarında tutsak edilirken, bu süreçten şüphesiz onun ayrılmaz parçası olan Sahil Güvenlik Komutanlığı da payını aldı. Tutuklular ve mahkemelerde sanık olarak yargılananlar arasında Sahil Güvenlik Komutanlığı’na bağlı subaylar da var. Emperyal kurgu ve onun yerli işbirlikçisi hainler, Deniz Kuvvetlerinin ve Sahil Güvenliğin enerjisini Mustafa Kemal ruhundan alan gelişim sürecini sözüm ona mevcut ve gelecekteki komuta yapısını çökerterek önleyeceklerini sanıyorlar. Sanmaya devam etsinler. Mustafa Kemal ruhunun tüm Türkiye’de ölümsüz olduğunu onlar da yaşayarak öğrenecekler.
Kökleri, 1859 yılında kurulan Rüsumat Emaneti teşkilatına kadar giden Sahil Güvenlik Komutanlığı, 1982 yılında kuruldu. 1982 öncesinde son olarak Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlıydı. 2692 sayılı kuruluş kanunu ile barışta İçişleri Bakanlığı’na, savaşta Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlanarak görev yapan komutanlık, karasuları, münhasır ekonomik bölge ve arama kurtarma bölgelerini kapsayan toplam 377.714 km2 lik “mavi vatan”ın tamamında asayiş, deniz güvenliği, denizde emniyet, deniz kirliliği ile mücadele ve can kurtarmadan sorumludur. Bu görevlerini 8333 km’lik kıyı şeridimizde, Hopa’dan, İskenderun Çevlik’e kadar 63 ayrı üs ve limanda konuşlu 2 açık deniz gemisi, 117 bot ve 24 taşınabilir bot, 3 deniz karakol uçağı ve 10 helikopter ile sürdürüyor.
Açık Deniz Arama Kurtarma gemileri neden önemli?
Sahil Güvenlik, 5 Nisan 2013 tarihinde 1700 tonluk, İtalyan “Ciriu” sınıfı dört adet açık deniz arama kurtarma gemisinin ilk ikisini oluşturan TCSG Dost (701) ve TCSG Umut’u (703) filoya kattı. Bu önemli proje 2005 yılında başlatılmıştı. İtalyan Fincantieri Tersanesi ortaklığı ile Tuzla’daki Koç-RMK Marine Tersanesi’nde yürütülen projenin son iki gemisi TCSG Güven ve TCSG Yaşam’ın inşası devam ediyor. Yüzde 40 yerli katkı payı ile tamamlanan 1700 tonluk korvet büyüklüğündeki gemiler İtalyan AB 412 tipi helikopter taşıyabiliyor. Bu gemilerin Sahil Güvenliğe katılması denizciliğimiz için devrimsel önemdedir.
Deniz güvenliği öne çıkıyor
Son 15 yılda özellikle Tuzla/Yonca Onuk Tersanesi ürünü çok maksatlı süratli müdahale botlarının envanterine girmesi ile birlikte Sahil Güvenlik önemli bir atılım yaptı. Özellikle 11 Eylül sonrası dönemde bütün dünyada olduğu gibi güvenlik kavramı savunma kavramının önüne geçtiği için Sahil Güvenliklerin önemi tüm dünyada arttı. Ancak güvenliğe yönelik denizde kolluk görevleri ile denizde arama/kurtarma arasında bir denge kurulması gerekiyordu. Türkiye denizcileştikçe denizde arama/ kurtarma sorumluluğu giderek artıyor. Artık mavi vatanda daha çok balıkçı, daha çok ticaret gemisi ve daha çok amatör denizci teknesi hareket halinde. Bu gemilerdeki/teknelerdeki denizciler için tehlike durumlarında arama kurtarma sorumluluğu Sahil Güvenlik Komutanlığı’na ait. Bu sadece hukuki bir sorumluluk değil aynı zamanda devlete itibar sağlayan bir faaliyet. Avustralya’nın 1997 ve 2012 yıllarında anavatanından 3 bin mil ötede güney okyanusunda gerçekleştirdiği kurtarma harekatı Avustralya’ya büyük prestij sağladı. Diğer yandan denizlerimizde yasa dışı faaliyetlerin önlenmesi de ulusal refah ve güvenliğimiz için olmazsa olmaz bir sorumluluk. Ancak Sahil Güvenlik Komutanlığımızın kuvvet yapısına bakıldığında açık deniz arama kurtarma gemilerinin hizmete girişine kadar, kolluk tipi görevlere daha fazla ağırlık veren platform yapılanması göze çarpıyordu.
Küçük tonajlı ve çok yüksek süratli tekneler yasa dışı tekneleri yakalamak için ideal iken, başta Karadeniz olmak üzere çoğunluk fırtınalı geçen kış aylarında açık denizde arama kurtarma yapmaya uygun değiller. Zira fırtınada denize çıkamıyorlar. O zaman da Deniz Kuvvetlerinin büyük tonajlı korvet ya da firkateynlerinden yardım talep ediliyor. Uzun bir bürokrasi sonucu söz konusu yardım gerçekleştiğinde ise çoğu kez geç kalınıyor.
Açık Denizde Arama Kurtarma Sahil Güvenlik sorumluluğunda
İşte 1700 tonluk helikopterli bu gemiler ile artık fırtınalı ağır deniz şartlarında bile açık denizde arama kurtarma görevleri gerçekleştirilebilecek. Bu yeteneğin kazanılmasının Ege Denizi’nde siyasi sonuçları da olacak. Şimdi bu konuyu biraz açalım.
BM Uluslararası Denizcilik Örgütü (IMO), Türkiye’nin de taraf olduğu Hamburg Sözleşmesi gereği dünya denizlerinde tehlikede bulunan gemi ve kişilere yardımda bulunmak üzere ülkelerin deniz/hava arama kurtarma sahalarını belirlemesini gerekli kılar. Devletler bu sahalarda yardım talep edenlere bir kamu hizmeti olarak can kurtarma (mal kurtarma değil) hizmeti vermekle yükümlüdür. Türkiye, 1982 yılında IMO’ya ve dünyaya çevre denizlerindeki arama kurtarma sahalarını deklare etti. Bu sahaları içeren Türk Arama Kurtarma Yönetmeliği, 7 Ocak 1989 tarihinde yürürlüğe girdi. Söz konusu yönetmelik 1997 ve 2001 yıllarında güncellendi. Bu sahalarda SAR sorumluluğu Sahil Güvenlik Komutanlığı’na aittir.
Ege ve Doğu Akdeniz’de SAR sahası sorunu
Buraya kadar her şey normal gözükebilir. Ancak işin içine Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi girince sorun başlıyor. Türk, Yunan ve Kıbrıs Rum sahaları çakışıyor. Yunanistan Türk karasuları hariç “tüm Ege benim” derken; Türkiye, Ege’nin ortasından geçen 25° Doğu boylamının (Orta Ege’den sonra Rodos’a doğru inen ve Doğu Akdeniz’de kabaca KKTC-GKRY sınır hattının geçtiği enleme bağlanan) hattın doğusunda (Doğu Akdeniz’de kuzeyinde) kalan açık deniz alanlarını kendi arama kurtarma sahası olarak ilan etti. Karşılıklı itirazlar sonucu, Yunanistan ile aramızda Arama Kurtarma (SAR) sahaları sorunu da başlamış oldu. Benzer sorun Kıbrıs adası civarında GKRY ile yaşanıyor. Diğer taraftan, Ege açık deniz alanlarındaki kazalara avantajlı adalar coğrafyası nedeniyle onlar kolayca müdahale edebiliyordu. Şimdi, 1700 tonluk bu gemiler sayesinde siyasi sonuçları da olan Ege’nin açık deniz alanlarındaki deniz kazalarına artık Türk sahil güvenlik gemilerinin her hava koşulunda müdahale yeteneği artacak. Halen Donanma gemilerinin yaptığı Akdeniz Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) karakollarını bu gemiler de icra edebilecek.
Dışişleri AB şikâyetine işlem yapmadı
Diğer taraftan bu yeteneğin Ege’deki kullanımı kadar Doğu Akdeniz’deki kullanımı AB ve ABD’yi rahatsız edebilir. Unutmayalım ki, 2009 Türkiye AB İlerleme Raporu’nda Deniz Kuvvetlerimiz Doğu Akdeniz’de hak sahibi olduğumuz alanlarda Rum Araştırma Gemilerini rahatsız ediyor diye şikâyet edilmiş, bu şikâyete hükümet hiçbir tepki vermemişti.
Bu süreçte Dışişleri Bakanlığı’nın da AB’ye hiçbir protestosu olmamıştı. Aksine daha sonra ortaya çıkan Wikileaks belgelerinde bazı Dışişleri yetkililerinin ulusal çıkarlarımızı ilgilendiren konularda AB/ABD gibi düşündükleri ortaya çıkmıştı. Türk Dışişleri yetkilisi Elçi Çağatay Erciyes’le yapılan bir görüşme sonrası, 13 Ocak 2010 tarihinde gönderilen bir raporda Dışişlerinin Türk Silahlı Kuvvetleri’ne Ege’de Kardak benzeri egemenliği Yunanistan’a devredilmemiş tartışmalı adacık ve kayalıklar üzerinde icra ettiği uçuşları durdurması için baskı yaptığını Amerikan Büyükelçiliği Washington’a şöyle rapor ediyordu: (Barış Terkoğlu -Wikileaks’te Ünlü Türkler, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2012, Sayfa 222): “Türk Dışişleri, Yunan adaları üzerinden (Kardak benzeri formasyonları kastediyor) uçuşların Atina ile ilişkilerin düzelmesi çabaları açısından verimsiz olduğunu biliyor ve orduya bu manevraların azaltılması yönünde baskı yapıyor.” Rapordan bir ay sonra, 24 Şubat 2010’dan itibaren Ege, Doğu Akdeniz ve Karadeniz’deki deniz çıkarlarını koruyan kritik görevdeki Amiraller sahte deliller ile Balyoz tertibi sayesinde demir parmaklıkların ardına atıldı.
Sahil Güvenlik Komutanlığı hayati önemdedir
Kanaatimce gelecekte Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın refah ve güvenliğimize yönelik oynayacağı rol ve üreteceği katma değer, Deniz Kuvvetlerine eş değerde ve hayati olacaktır. Sahil Güvenlik Komutanlığı ayrıca halkla iç içe görev yapan bir Komutanlık olduğundan, Türkiye’nin denizcileşmesine doğrudan katkı sağlayabilecek özelliklere sahiptir. Diğer taraftan Sahil Güvenliğin AB uyum süreci içinde Entegre Sınır Yönetim Sistemi aldatmacası içinde mevcut yapısının bozularak, kurumsal denizcilik birikimi olmayan Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı bir yapıya dönüştürülmesi çabaları da devam ediyor. Bu şekilde Sahil Güvenliğin aynen polis teşkilatında olduğu gibi siyasallaşacağı bilinen bir gerçek. Savaş zamanı Deniz Kuvvetleri emrine girecek sahil güvenliğin mevcut yapısı ile oynamak, Türkiye’nin geleceğine, çevre denizlerindeki siyasetine ve çıkarlarına büyük hasar verir. AB sürecinin sulandırıldığı bu günlerde AB’yi bahane ederek Sahil Güvenliğin omurgası ile oynamak kimseye yarar sağlamaz.

Uygarlık Deniz'de başlar 1


Deniz insanlığın gelişimindeki en önemli unsurdur. Bütün büyük uygarlıklar denizde gelişti. Bu nedenle deniz ulusları ve deniz uygarlıkları dünya tarihinde özel yere sahiptir. Bin yılı aşkın bir süredir vatan bildiğimiz Anadolu kıyıları, Doğu Akdeniz kıyıları ile birlikte antik çağda deniz uygarlıklarının merkezi olmuştur. Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) ve Azra Erhat’ın tanımı ile Mavi Anadolu’nun sosyogenetik kodlarını taşıyan sahipleri, yani atalarımız bunu ne kadar sürdürebildi? Maalesef Anadolu’nun yeni sahipleri bir imparatorluk kurmasına rağmen deniz uygarlığı kuramadı. Diğer taraftan uzun süreli kalıcılık gösteren dünya güçleri, denizci devletler arasından çıktı. Dünya tarihi 15’inci yüzyıldan itibaren keşiflerle yeniden şekillenirken, anavatanlarından binlerce mil öteye deniz gücü gönderebilen devletler, modern tarihte deniz uygarlığının temellerini atabildiler. Bu alanda küresel çapta denizgücü kurabilen devletler arasında, 15’inci yüzyıldan itibaren sırasıyla Portekiz, İspanya, Hollanda, Fransa ve İngiltere; 19’uncu yüzyıl sonrası ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Japonya ve Sovyetler Birliği sayılabilir. İşin özü, okyanuslara ve okyanus ötesine güç intikal ettirebilmektir.
Modern dünyada küresel erişimin ve dolayısıyla küresel güç statüsünün en temel göstergesi, donanma gücünün dağılımıdır. Deniz gücü, modern statükonun dengeleyicisidir. Okyanuslar üzerinde kesin egemenlik temin edilmeden hiçbir güç mevcut düzeni değiştiremez. Bu nedenle tarih boyunca deniz gücünün okyanuslar üzerindeki dağılımı, küresel statü mücadelesinin resmini ortaya koyar. Diğer taraftan deniz uygarlığına bilimsel, teknolojik, sosyal, kültürel, sportif ve çevresel katkı yapılmadan, sadece askeri güç oluşturarak deniz uygarlığı oluşturulmaz.
Deniz zenginlik ve güçtür
Deniz uygarlığı, tarihin akışı içinde yarattığı yeni keşifler ve icatlar ile rönesans, reform ve aydınlanmayı hızlandırırken, bir yandan anavatanlarda sermaye birikimine, bir yandan da dış ticaret ağları ve ortaklarının gelişimine neden olarak kapitalizmi doğurdu. Dünya deniz uygarlığına 17 ve 19’uncu yüzyıllarda ayrı ayrı iki kez hükmeden İngiltere ile 20’nci ve 21’inci yüzyılda hükmeden ABD, deniz uygarlığı üzerinden kapitalizmi emperyalizme dö-
nüştürmüş, kendileri için uygarlık olan bu alanı gelişmekte olan ve azgelişmiş devletlerin sömürülmesi ve baskı altında tutulması için sonuna kadar kullanmıştır. Kullanmaya devam etmektedir. Zira deniz uygarlığını başarabilen devletler dünya deniz ticaretini ve deniz zenginliklerini kontrol yeteneğine sahip olurlar. Bu yeteneği de siyasal ve jeopolitik hedeflerine erişim aracı olarak kullanırlar. O halde ezilen ve sömürülen olmamak için denizde güçlü olmak ve deniz uygarlığı cephesinde yer almak gerekir. Bugün Çin’in ısrarla denize yönelmesinin nedeni budur.
Deniz uygarlığı kara uygarlığı rekabeti
Deniz uygarlıklarının yükselişi her dönemde karşısına kara uygarlığı çıkarmıştır. Atina karşısında Sparta; Kartaca karşısında Roma; Venedik karşısında Osmanlı; İngiltere karşısında Almanya; NATO karşısında Varşova Paktı gibi. Gerek modern gerekse postmodern dönemde jeopolitik çekişmeler deniz ve kara uygarlıkları arasında olmuştur. Günümüzde Çin’in deniz ticareti, gemi inşa, balıkçılıkta dünya liderliğini kaptırmaması ve donanmasını büyük yatırımlarla geliştirmeye çalışması ve dost/müttefik ülkelerde deniz üsleri kurarak dünya okyanuslarına yayılmaya çalışması, dünya tarihinde yeni bir dönemin habercisidir. Çin kara uygarlığından deniz uygarlığına geçmektedir. Zira bir deniz gezegeni olan dünyamızda jeopolitik liderliğin başka bir yolu yoktur. (En azından teknolojik gelişmelerin uzay egemenliğine olanak sağlayacağı yeni bir döneme kadar)
Çin’in başarısı
Geçenlerde bir yatçılık dergisinde güney okyanusunu 2012 yılı sonunda ilk kez tek başına durmaksızın geçen Çinli bir yelkencinin haberini okuduğumda bu değerlendirmem daha da güçlendi. Meraklıları bilir. Durmaksızın ve tek başına, 16 metrelik bir yelkenli ile Güney Okyanusu’nun çevresini (15 bin deniz mili) dolaşmak, dünya denizciliğinin en prestijli ve görkemli başarılarından birisidir. Böylesine zorlu bir deniz maratonunu ancak sayılı denizci ülke insanları başarabilir. Yüz yıl öncesinin çiftçi ve fakir Çin’i bugün ekonomik kalkınma ve denizcilikte eriştiği üstün seviyeyi sportif alandaki bu görkemli başarısı ile dünyaya ilan ediyor. Çok ciddi bir halkla ilişkiler ve propaganda kazanımıdır. Çin denizde lider olmadan, deniz ticaret rotaları ve kritik düğüm noktalarının (choke points-boğazlar, kanallar, rota birleşme noktaları vb.) kontrolünü ele geçirmeden veya bu alanlarda ABD’ye meydan okuyamadan süper güç olunamayacağını çok iyi biliyor. Gelelim Türkiye’ye.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Donanma ruhu


Bugün, 2013 Yüksek Askeri Şura’sının son günü. Bu satırları sabah okurken, bir yıl önce ben dahil 13 Amiralin başına geldiği gibi, Deniz Kuvvetlerinin nice seçkin Amiral ve Albayı Balyoz ve Askeri Casusluk Tertipleri sonucunda çok sevdikleri Deniz Kuvvetlerinden tasfiye edilmiş olacaklar. Eminim ki, geçen sene olduğu gibi bu sene de başta Deniz Kuvvetleri Komutanı olmak üzere hiçbir YAŞ üyesi Oramiral/Orgeneral bu vicdansız ve kanunsuz tasfiyelere muhalefet şerhi bile düşmeyecekler. Ne de olsa Türkiye normalleşiyor. Hukuk işliyor. İleri demokrasi gereği askeri vesayet kalkmış. Yerine polis ve sahte davalara dayalı yandaş yargı vesayeti gelmiş. Ne gam! Kimin umurunda!
Bu sene Mart ayında, Kırmızı Kedi Kitapevinden piyasaya çıkan “Hedefteki Donanma” isimli kitabımda detaylı olarak Cumhuriyet Donanmasının neden hedef olduğunu stratejik ve uluslararası politika boyutlarıyla anlatmaya çalışmıştım. Özellikle bu köşeyi takip edenler, yazılarımda dile getirdiğim Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları mücadelesinin, bu saldırıdaki rolünü hatırlayacaklardır.
Neden en iyi denizciler hedefte?
Donanmanın 40 seçkin amirali ile A takımı sayılacak geleceğin Amiral adayı 400’ü aşkın deniz subayı isimli davalar ile mahkeme salonları ve hapishanelerde sahte delil ve iftiralar sonucu aileleri ile birlikte tasfiye ediliyor ve acı çekiyor. Bu seçkin denizciler neden hedefte? Neden bazı karanlık hıyanet odakları bu denizcileri yok etmek istiyor? Cevabı çok basit. Onlar sadece çok iyi denizci ve gemi komutanı değiller. Aynı zamanda Mustafa Kemal ruhu taşıyan ulusal çıkarlarımızı her seviyede ve kapsamda koruyabilen, strateji ile doktrin üretebilecek bilgi ve tecrübe birikimine sahip vizyoner yüksek şahsiyetler.
Türk denizcilerin üstünlüğüne mukayeseli bir örnek
Şimdi size bu denizcilerin üstünlüğü ile ilgili mukayeseli bir örnek vereyim. Alman Donanması dünya denizaltıcılık tarihini yazmış bir donanmadır. Her iki dünya savaşında yaşadıkları bugün dünyanın tüm deniz kurmay akademilerinde ders olarak öğretilir. Günümüzde de Alman konvansiyonel denizaltı inşa yeteneği “primus inter pares” statüde büyük bir şöhrete sahiptir. Özellikle son 20 yılda piyasaya çıkan havadan bağımsız tahrikli (HBT-AIP) denizaltı teknolojisinde öncülüğü devam etmektedir. Bu sene Şubat ayı sonunda Alman Donanmasına ait U 32 isimli HBT’li bir dizel elektrik denizaltı, Almanya’dan Mayport-Florida/ABD’ye gitti. Burada Temmuz ayı sonuna kadar kalarak, Amerikan donanmasına eğitim yardımcısı olarak görev yaptı. Bu görevle ilgili olarak, dünyanın en yaygın ve saygın askeri dergilerinden birisi olan Janes Navy International’ın Haziran 2013 sayısında uzunca bir makale yazıldı. Makaleye göre denizaltı Atlantik’teki Azor adalarından Florida/Mayport’a kadar dalarak gitmiş ve kabaca 3000 millik bu seyri 18 günde tamamlamış. Bu seyirde yanında Elbe sınıfı Main isimli 5000 tonluk bir refakatçi yardımcı sınıf gemi varmış. Bu seyir ve dalışta geçen 18 gün bir rekormuş. Bu olay öyle bir anlatılmış ki konuyu bilmeyenler haberden etkilenebilirler. (Bu arada Türk denizaltıcılarının Akdeniz’deki bazı görevlerde 36 gün satıh yapmadan sualtında kaldıklarını da hatırlatayım.) Hâlbuki U-32 dünyanın en emniyetli okyanusunda (tüm kuzey sahilleri NATO ülkeleri sorumluluk ve arama kurtarma bölgesi içinde kalıyor) seyir yapıyor. Yanında refakatçi bir su üstü gemisi var. Yani işin büyütülecek hiçbir yanı yok.
Açık denizlere ve okyanuslara çıkışı coğrafi olarak başka ülkelerin kontrolünde olan deniz alanlarından geçen Türkiye, coğrafyadan kaynaklanan bu dezavantajını dengelemek için bünyesinde denizaltı silahına özel bir önem vermiştir. Cumhuriyet Donanmasının kuruluşundan başlayarak günümüze kadar takip edilen strateji ve silahlanma programlarıyla bugün için Denizaltı Filomuz, sahip olduğumuz denizaltı sayısı ve bu denizaltılarda mevcut teknoloji ile Türk Deniz Kuvvetlerinin stratejik sonuçlar alabilecek bir unsuru olmuştur. Ancak isimli davalarla kendi parlamentomuz ve hükümetimizin gözü önünde büyük bir baskın yemiştir. 24 gemi komutanı ve komodoru ile önceki 5 Denizaltı Filosu komutanı hapiste olan Türk denizaltıcılarının her biri isimli dava tutsağı diğer denizciler gibi birer başarı öyküsüdür. İşte bu denizaltıcılar içinde 1983 Deniz Harp Okulu mezunu, Deniz Kurmay Albay Bülent Kul’u yukarıda anlattığım Alman denizaltıcılarının abartılan başarısına mukayeseli bir örnek olarak ayrı bir yere koyuyorum. Halen Askeri Casusluk tertibinden İzmir /Şirinyer’de bir yılı aşkın süredir tutuklu. Nedir Albay Bülent Kul’un özelliği?
1997 Aralık-1998 Şubat ayları arasında o zamanki rütbesi ile Binbaşı Kul, henüz 5 yaşındaki TCG Preveze denizaltımızı Gölcük’ten Malezya’nın Langkawi limanındaki uluslararası silah fuarına götürüp getiren gemi komutanı olmuştu. Alman U 32’nin haberini okuyunca hatıralar okyanusunda o günlere geri gittim. TCG Preveze, 3,5 ay süren, seyir tehlikeleri ve fırtınalarla dolu 14 bin millik Hint Okyanusunu seyrinden tek bir arıza, tek bir kaza ve olay olmadan Gölcük’e başarıyla geri dönmüştü. Hepsinden önemlisi bu seyirde yanına refakatçi gemi verilmemişti. Bu seyirde dikkat çeken özellik, seyir yapılacak bölgenin Türk Deniz Kuvvetlerinin bugüne dek alıştığı ve aşina olduğu NATO’nun etki alanındaki, Akdeniz veya Atlantik Okyanusu havzası gibi bir havza olmamasıydı. Yani, bir arıza veya ciddi hastalık durumunda müdahale seçenekleri kısıtlıydı. (Denizaltı gemilerinde doktor olmadığını ayrıca belirteyim.) Gemi bu seyrin dörtte üçünü dalmış halde gerçekleştirdi.
İngiliz Birinci Deniz Lordu Amiralin hayreti
Ben aynı dönemde TCG Gaziantep Firkateyni komutanı olarak gemimle birlikte 6 hafta süreli bir tatbikat/eğitim için İngiltere’de bulunuyordum. Gemimi Portsmouth’da ziyarete gelen İngiliz Deniz Kuvvetleri Komutanı (Birinci Deniz Lordu) Oramiral Jock Slater, TCG Preveze’nin bu seyri ile ilgili olarak bana Türkiye’de inşa edilmiş bir denizaltının tek başına (refakatsiz) Hint Okyanusuna böylesine uzun bir seyre gönderilmesinin büyük bir başarı hikâyesi olduğunu; refakatsiz bir dizel elektrik denizaltıyı bu kadar uzun bir seyre göndermeye her donanmanın cesaret edemeyeceğini söylemişti. Ben de gerek Deniz Kuvvetleri Komutanı gerekse gemi komutanının Türkiye’de inşa edilmiş bir denizaltıya ve personeline güvenlerinin ne denli büyük olduğunun, bu seyirle ispat edildiğini söylemiştim. Aynı yıllarda 1997-2001 arasında diğer denizaltılarımız (TCG Sakarya, TCG 18 Mart, TCG Preveze ve TCG Anafartalar) Manş Denizi’nde Kraliyet Donanması ile icra edilen 6 hafta süreli eğitimlere fiili denizaltı desteği sağlamışlardı. Onlar için çoğu dalışta geçen kabaca 3000 millik bir seyirle Gölcük’ten Manş Denizine gitmek, İskenderun’a gitmekten farksız hale gelmişti. Şimdi bu başarılara imza atan gemi komutanlarının çoğu hapiste.
Vatan görevine devam
Tüm savaş gemilerinde olduğu gibi denizaltıcılar arasında takım ruhu yaratılması önemli bir yer tutar. Küçücük bir çelik tüp içinde, denizlerin yüzlerce metre altında görev yapan ve hayatları birbirlerinin dikkatine bağlı olan kişiler için takım ruhu bir gerekliliktir. Bu gereklilik yaşamlara o denli nüfuz etmiştir ki, denizaltıcılar Atılay ve Dumlupınar’da vatan görevi sırasında şehit olan ve görevden dönemeyen personelin bile aralarından ayrıldığını kabul etmez ve adları geçtiğinde onların ‘’halen vatan görevinde’’ olduğunu söylerler. Her Çanakkale Boğaz geçişinde derinlerde yatan şehitlerimizi sualtı telefonu ile selamlarlar. Türk Denizaltıcıları diğer tüm tutsak Cumhuriyet Donanması denizcileri gibi yurdumuzu çevreleyen mavi vatanımızda olduğu kadar, Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe ve Şirinyer’de halen vatan görevlerine devam ediyorlar.
Bu tertiplerin hesabını nasıl vereceksiniz?
Almanların 3000 millik Atlantik seyrini yere göğe sığdıramadıkları 2013 yılında Türk denizcilerinin düşürüldüğü sefil duruma bakar mısınız? Bu kadar başarılı bir donanmaya tertip kuranlar ve bu tertiplere göz yumanlar, YAŞ kararlarında bir muhalefet şerhini koymaktan çekinenler gelecekte ahlaki, vicdani ve hukuki bu muazzam yükün altından nasıl kalkacaksınız?
Mustafa Kemal ruhu, zamanın ruhunun her zaman üstündedir
Sanıyor musunuz ki, bu tasfiyeler Donanmanın ruhuna, aklına, kalbine ve genlerine işlemiş Mustafa Kemal ruhunu yok edecek. Onun ateşinin sönmeyeceğini Haziran ayında görmediniz mi? Ateş siz söndürmeye çalıştıkça daha da büyüyor ve güçleniyor. Unutmayın, zamanı durduramazsınız. Mustafa Kemal ruhu, zamanın ruhunun her zaman üstündedir.