28 Temmuz 2013 Pazar

Rus deniz gücü Akdeniz e inerken


7 Haziran 2013 günü Putin, “Akdeniz bölgesinin Rusya’nın birinci derece ulusal çıkar alanı” olduğunu söyleyip, Rus Akdeniz Filosu Komutanına görev talimatını bizzat kendisi vererek yeni bir dönemi başlattı. Putin, bu mesajı ile Rus deniz gücünün devlet başkanı himayesinde olduğunu tüm dünyaya ilan etmiş oldu. Rus savaş gemileri, geçtiğimiz Mart ayından itibaren faal hale geçirilen Akdeniz Filosunda (eski adıyla SOVMEDRON) görev yapmaya başlamışlardı. Filoya esas olarak, Karadeniz Donanması gemi sağlıyor. Ancak Mayıs ayından itibaren Pasifik Donanması da gemi desteği sağlıyor. Böylece Rusya, uzun bir aradan sonra, konvansiyonel alanda donanmasını, ganbot diplomasisi rolünde kullanmaya başlamış oldu.
Rusya Deniz Devletidir
Buraya nereden gelindi? Öncelikle Rusya bir deniz devleti. Rusya’nın kıta sahanlığı 4 milyon km²’lik bir deniz alanını kapsıyor. Kıyıları ise 37.673 km. ile dünyanın çevresine yakın bir uzunlukta. Toplam uzunluğu 3 milyon km.yi geçen nehirlerinin 500.000 km.sinde denizlerle irtibatlı nehir ulaştırması yapılabiliyor. Ancak bu kadar geniş coğrafyada, Pasifik limanları hariç yılın her günü doğrudan okyanuslara açılabilen limanlara sahip değiller. Diğer taraftan bu jeopolitik zayıflığa rağmen, tarihinde küresel erişim niteliğine sahip donanma oluşturabilme başarısını gösteren ve devletin jeopolitik genetiğine denizciliği oturtabilmiş bir ülke.
1956 ile 1985 yılları arasında kesintisiz 29 yıl Sovyet Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yapan Oramiral Sergei Gorshkov’un eseri olan Sovyet denizciliği, şüphesiz 21’inci yüzyılın önemli başarılarından birisidir. Denizcilik gücü alanında Gorshkov’un başardıkları, ancak Büyük Petro’nun 17-18’inci yüzyılda başardıkları ile kıyaslanabilir. Her ikisi de karasal devlet aygıtını denize yöneltebilmiştir. İlki bir imparatorun, diğeri de komünist partinin otokratik gücünü kullanarak, bir insan ömrüne sığacak zaman diliminde Rusları denizcileştirmede büyük yol kat etmişlerdir.
Diğer taraftan Soğuk Savaş boyunca Sovyet Donanması, 19’uncu yüzyılda Fransız Donanmasının, Trafalgar sonrası İngiliz Donanmasına karşı uyguladığı dengeleme rolünü oynadı. Karşılıklı nükleer yok olmanın (MAD) sağladığı dehşet dengesi, görece bir istikrar ve barışın yaşanmasına neden oldu.
Bu dönemde donanma ve askeri teknolojilerde ABD, özellikle 80’ler sonrası Sovyetlerin çok önünde oldu ve yarışı Sovyetlerin devam edemeyeceği noktaya taşıdı ve başardı. Sovyetler savunma harcamalarında ve teknolojik üstünlükte ABD’ye yetişemedi. Aynı taktik İkinci Dünya Savaşında Japonya’ya karşı da uygulanmıştı. Sovyet ekonomisinin kroniklenmiş sorunları da dikkate alınınca bu yarışın sonucunda yenilmeleri kaçınılmaz oldu.
Rusya’nın bölünmesini nükleer güç olması önledi. Soğuk Savaş sonrasında 6 Mayıs 1992 tarihinde Sovyet Savunma Bakanlığı ve Sovyet Donanması tarihe karıştı. Yeni kurulan donanmanın adı artık Rusya Federasyonu Donanmasıydı. Orak çekiçli Donanma Sancağının yerini İmparatorluk Rusya’sının mavi-beyaz Saint Andrew Sancağı aldı. Soğuk savaş bittiğinde, ellerinde başta 309 denizaltı (209’u nükleer) olmak üzere, 1000’in üzerinde savaş gemisi vardı. Böylesine büyük bir donanmayı idame etmek Rusya Federasyonu ekonomisinin yeteneklerinin çok ama çok uzağındaydı. O nedenle süratle küçüldüler. Dünya deniz tarihinde hiçbir donanma bu kadar kısa sürede hizmet dışına çıkmadı. 2007 yılına gelindiğinde, görkemli 1000 gemilik Sovyet Donanmasından geriye 77 gemi (13’ü nükleer 20 denizaltı, 5 kruvazör, 9 muhrip, 10 firkateyn ve 20 korvet) kalmıştı.
Önce Varşova Paktı, sonra Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası okyanus ve denizlerde Avrupa Atlantik yapının mutlak egemenliği ilan edildi. Bu egemenlik, küreselleşmeyi uçurdu. Küçülen Rusya Donanması değil tatbikat, personelinin maaşlarını veremez bir duruma geldi. Yeltsin döneminde Rusya neredeyse bölünmenin eşiğine geldi. Rusya’nın bölünmesini nükleer güç olması engelledi. Özellikle nükleer balistik füze denizaltılarının (SSBN) varlığı bu parçalanmayı caydırmada çok önemli rol oynadı. Putin, 2000’den sonra Avrupa-Atlantik yapının karşısında yer alarak tek kutuplu dünya düzenini reddetti. Çin ile yakınlaşıp, Şanghay İşbirliği Örgütünü kurarak ve geliştirerek, yeni dünya düzeninde jeopolitik konumlanmasını Atlantik yapı karşısında bir Avrasya gücü olarak belirledi. Bu süreçte askeri stratejisinin temelinde nükleer gücü konumlandırdı. Özellikle konvansiyonel kuvvetler alanında modernizasyon ve idame zorlukları nedeni ile nükleer silahlara başvurma olasılığı, bugün için Soğuk Savaş döneminden daha yüksek görünmektedir. Bu konuda, askeri doktrinlerinden “nükleer silahları ilk kullanan olmama” prensibini çıkarmış olmaları en ciddi göstergelerden birisidir. Şüphesiz bu durum, 8 Ağustos 2008 tarihindeki Gürcistan müdahalesinde önemli rol oynadı. Diğer taraftan sahip olduğu altı balistik füze nükleer denizaltısı (SSBN) ile sağlanan nükleer caydırıcılık, Rusya Federasyonu’na bir dünya gücü olma özelliği kazandıran en önemli unsur olmaya devam etmektedir.

Rusya denizlere geri dönüyor
Putin, “Donanma Günü” olan 9 Temmuz 2001 tarihinde, 2020 yılına kadar bir dönemi kapsayan RF Denizcilik Doktrini’ni açıkladı. Aynı gün Rus Denizcilik Bakanlığı kuruldu. Doktrin, Rusya Federasyonu’nun coğrafi konumu, donanma ve ticari filosunun büyüklüğü ve her ikisinin uluslararası ilişkilerdeki rolüne bağlı olarak Rusya’nın lider bir denizcilik gücü oluşturmasını öngörüyor, kendi deniz yetki alanları dışında da çıkarları olduğuna vurgu yapıyor. Diğer taraftan bu belgeye doktrin denmesi çok dikkat çekicidir. Doktrin iddialı bir formattır. Kesinleşmiş fikirler bütünüdür.
Rusya, özellikle 2008 Gürcistan krizi sonrası Donanmasını sadece nükleer alanda değil konvansiyonel alanda da güçlendirmeye büyük kaynak ayırdı. Ancak Rusya’nın tekrar denizlere çıkması ve özellikle günümüzde Akdeniz’de 16 gemi ile soğuk savaş sonrası en yüksek harekât temposuna erişmesine yol açan gelişmeler, şüphesiz Suriye kaynaklı. Atlantik’ten daha Atlantikçi ve ben merkezli politikalar sonucu bu krizde Rusya ile Türkiye karşı karşıya geldi. Soğuk savaşta bile yaşanmayan bir durum ortaya çıktı. İşin ilginci başta doğal gaz olmak üzere Ruslar ile 40 milyar dolara yakın dış ticaretimiz var. Akkuyu Nükleer Santralını onlar yapıyor. Karadeniz’de BLACKSEAFOR ve Karadeniz Uyumu Harekâtında onlarla beraberiz. Putin’in açıklamalarından bir hafta önce, Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Çurkin, Kuzey Donanmasına ait Kuznetsov Uçak Gemisi grubunun yıl sonuna kadar Akdeniz’de göreve başlayacağını duyurdu. Kuznetsov uçak gemisi, 2008 yılı baharında Marmaris/Aksaz’da ağırlanmıştı. Ondan önce de 2005 yılında Marmaris Uluslararası Denizcilik Festivalinde üç Rus savaş gemisi ile Rus Deniz Kuvvetleri Komutanı ağırlanmıştı. O dönem Türk-Rus askeri ilişkileri her alanda çok ileri idi. Akdeniz de henüz karışmamıştı. Bugün Akdeniz’in bu derece karışmasında şüphesiz Türkiye’nin sorumsuz Suriye politikasının ciddi rolü vardır. Bu politika öylesine bir arapsaçı yarattı ki, ilerde siyasi tarih dersi okutan hocalar anlatmakta, öğrenciler anlamakta zorlanacak.

Şanghay İşbirliği Örgütü Pasifik te yaşananlar 2


Küresel arenada asli oyuncu olmaya hazırlanan Çin, “Senkaku/Diaoyu, Paracel ve Spratly” adalarının tartışmalı durumda olan deniz yetki alanlarına ağırlık verirken ABD’nin güney ve doğu Çin Denizlerine girişini engellemek için donanmasının gelişimine odaklanıyor.
Rusya’nın da askeri önceliğini Pasifik Filosunun gelişimine verdiği; Hindistan ve Pakistan’ın da donanmalarını her alanda genişletmeye devam ettiği bir ortamda bölgede doğal olarak en çok silahlanma denizde yaşanıyor. 2012 yılında 1 trilyon $’lık dünya silah ihracat pazarının en büyük müşterisi % 36’lık pay ile Asya Pasifik bölgesi oldu. 350 Milyar $’lık bu pazarda en büyük harcamayı % 15 ile Hindistan, % 6 ile Çin ve her biri % 5 lik paylar ile Pakistan, Singapur ve Güney Kore yaptı. Kısacası ŞİÖ’nün etki alanındaki her ülke hızla silahlanıyor.
Bu silahlanmada en çok dikkat çeken de deniz kuvvetleri ve özellikle denizaltılar. Çin, bugün için savunma bütçesine 140 milyar $ harcıyor. Dünya ikincisi. Silah satışında ise dünya beşincisi. Bu alanda 2012 yılında ilk kez İngiltere’yi geçti. Diğer taraftan, ABD’den geri kaldığı en önemli alan, donanma gücü. Halen aralarında nükleer hücum ve balistik füze denizaltılarının da bulunduğu 77 savaş gemisi ve 61 denizaltısı var.
ŞİÖ’ye karşı pivot strateji
Bölgede ŞİÖ’ye rakip olabilecek kapsamlı bir askeri ittifak yok. ANZUS ittifakı (Avustralya, ABD, Yeni Zelanda) her ne kadar 1951 yılında Sovyetlere karşı kurulduysa da 1986 yılında ABD, Yeni Zelanda’ya karşı savunma sorumluluklarını kaldırdı. Halen, ABD-Japonya ve ABD-Güney Kore güvenlik ittifak antlaşmaları bölgedeki en önemli işbirliği araçları olmaya devam ediyor. Ancak NATO benzeri bir yapının olmayışı, bölgede savunma ve güvenliklerini ABD’ye çıpalayan devletlerin en büyük endişesi olmaya devam ediyor. Hele ABD savunma bütçesinin iki ayrı kesinti ile gelecek on yılda 1 trilyon $’a yakın bir kesintiye uğraması bölge ülkeleri için ciddi endişe kaynağı.
ABD, Çin’in ekonomik yükselişi ile birlikte özellikle 1997 yılından sonra, Pasifik’te stratejik hareketlenmeyi başlattı. Guam ve Japonya’daki askeri varlığını artırdı. Son yıllarda Kamboçya, Endonezya, Yeni Zelanda ve Vietnam ile Savunma İşbirliği/Diayolog antlaşmaları imzaladı. 2010 sonrasında Japonya ile yaptığı büyük çaplı deniz tatbikatlarının sayısını ikiye katladı. 2005 yılında denizaltıların % 60’ını Pasifik havzasına kaydırmışken, 2012 yılında tüm donanmasının % 60’ını bu bölgede konuşlandırma kararı aldı.
Bu arada Avustralya’da 2500 deniz piyade için üslenme; Singapur’da 2 kıyı muharebe gemisi (LCS) konuşlandırma ve uçak gemisi onarım/yanaşma kolaylığı sağlanması; Japonya’da Okinawa ve Yokosuka üslerinin genişletilmesi ile bölgede bir uçak gemisi daha konuşlandırma; Vietnam ve Filipinler ile üs temin görüşmelerinin başlatılması; Hindistan ile artan askeri işbirliği ve ortak deniz tatbikatlarının icra edilmesi son yıllarda dikkat çeken gelişmeler oldu. Bölgedeki ABD askeri yayılması, Kuzey Kore’nin Güney Kore ve Japonya’ya karşı uyguladığı öngörülemez kapsam ve boyuttaki hamlelerini de kullanıyor. ABD’nin Kuzey Kore’nin son aylarda giriştiği balistik füze ve nükleer silah testlerini bahane ederek, Japonya, Guam, Alaska ve Güney Kore’ ye yeni Füze Savunma (BMD) silah ve sensör sistemleri yerleştirmesi Çin ve Rusya’yı rahatsız ediyor.
ABD Donanmasında asimetri yaratan alanlar
Şüphesiz dünya denizlerinin jandarması olan ABD’nin, 21’inci yüzyıl başında Çin’e karşı deniz gücü alanındaki üstünlüğü tartışmasızdır. Ancak bazı alanlar var ki, Amerikan deniz gücüne ciddi bir asimetri yaratabiliyor. Bu kapsamda ABD askeri literatüründe nükleer/dizel elektrik denizaltılar dışında, üç endişe dikkat çekiyor. İlki, Çin Donanmasının “Shi Lang” ismini taşıyan ve kabul tecrübeleri geçen Eylül’de tamamlanan, dikine havalanan 21 J-15 uçağı ile 20 helikopterin görev yapacağı, 67 bin tonluk uçak gemisi sayesinde artık uçak gemisi işleten donanmalar ligine çıkmasıdır.
İkinci endişe de, DF 21/CSS 5 olarak isimlendirilen 1500 km menzilli -uçak gemisi gruplarına karşı kullanılacağı iddia edilen-karşı erişim silahı (anti-access) balistik füze tehdidinin varlığıdır. Bazı Amerikan akademik yayınları 80 füzenin 2015 yılına kadar Çin Donanmasının envanterine gireceğini yazıyor.
Üçüncü endişe “İnci Şeridi-String of Pearls” olarak da bilinen deniz üsler zinciridir. Bu zincir, Çin’i uzak denizlere taşıyor. Bu kapsamda Çin, Pasifik ve Hint Okyanusunda, Bangladeş, Myanmar, Sri Lanka, Şeyseller, Pakistan ve Cibuti’de üslenme/lojistik destek kolaylıkları temin etme gayretleri ile donanmasının harekât çapını genişletiyor (Özelleştirilen Yunanistan’ın Pire limanını bile Çin’in COSCO firmasının satın aldığını da belirtmeliyiz).
Çin, bu şekilde özellikle kendi güvenliği ve ticareti için hayati derecede önemli olan, günde 14 milyon varil petrol ve 50 bin geminin geçtiği yumuşak karnı, Endonezya, Singapur ve Malezya’nın kontrol ettiği Malakka Boğazını kontrol edecek strateji gereği üslenme/konuşlanma faaliyetlerine hız veriyor. Bu boğazdan geçen petrolün kabaca 4 milyon varili Çin’e gidiyor. Çin’deki günlük tüketimin 10 milyon varil olduğu göz önüne alınırsa, Malakka Boğazı’nın Çin için hayati önemi ortaya çıkar. Çin’in başta petrol olmak üzere, enerji güvenliği ve arz çeşitliliği için 29 ülke ile 90 milyar $’lık 75 proje geliştirdiğini de not edelim. Çin, 2009 yılından bu yana deniz haydutluğu ile mücadele kapsamında Afrika Boynuzu (HoA)’da sürekli donanma gücü bulunduruyor.
2011 yılında Libya krizinde savaş gemileri ile kapsamlı tahliye operasyonu gerçekleştirdi. 2012 yılında Akdeniz’e çıkan Çin savaş gemileri, İstanbul liman ziyareti yaptıktan sonra Karadeniz’e çıkarak Rus donanması ile eğitimler yaptı. Diğer yandan ŞİÖ müttefiki Rusya’nın donanma gücü, nükleer alanda ABD’yi dengeleyebilecek özelliklere sahip. Özellikle Rus nükleer balistik füze denizaltılarının (SSBN) varlığı, Amerikalı stratejistleri çok düşündürüyor. 2012 ABD Başkanlık seçimleri propagandası sırasında Cumhuriyetçi Başkan Adayı Mitt Romney “ABD’nin tek jeopolitik rakibi vardır. O da Rusya Federasyonu’dur”demişti.
Ortadoğu’nun Kaderi Asya-Pasifik’ten etkileniyor
Ortadoğu’da ve çevre denizlerinde son yüzyılda akan kan, harita ve iktidar değişiklikleri ile kritik madenlerin kontrolü uğruna yaşandı/yaşanıyor. Jeopolitik perspektifte bakıldığında her dönem öncelikler yer değiştiriyor. Yüzyılın başında harita değişiklikleri ve petrole erişim; yüzyılın sonunda İsrail’in güvenliği, İran’da rejim değişikliği ve bu kez petrol yanında doğal gaza erişim gibi nedenler öne çıkıyor.
Ortadoğu, şimdi de Asya-Pasifik cephenin etki alanına giriyor. Avrupa-Atlantik cephenin bu yeni cephede karşı karşıya kalacağı meydan okumalar ise tarihte önceden hiç yaşanmadığı ölçütlerde farklı ve büyük. Eskiden rakip ve düşmanlar ayrı ekonomik bloklardaydı. Şimdi herkes aynı blokta. Karşılıklı bağımlılık, örneği yaşanmadığı ölçüde büyük. Bu nedenle stratejik hamleler artık eskisi kadar kolay değil. Örnek mi? Suriye. Yoğun şekilde silahlanan Asya Pasifik’teki gelişmeler, Ortadoğu’yu yakın bir gelecekte kendi haline bırakacak gibi görünüyor. Oradaki yangının potansiyeli çok daha büyük.
ABD’nin ünlü CFR (Dış İlişkiler Konseyi) Başkanı Richard Haas’ın Foreign Affairs Dergisinin Mayıs/Haziran 2013 sayısındaki makalesinde (The Irony of American Strategy) söylediği gibi: “ABD dalması için çok az neden olduğu Büyük Ortadoğu’da suya batmayı tercih etti. Şimdi biraz zor da olsa bölgedeki varlığını azaltmak için iyi nedenleri var.”Avrupa-Atlantik Ortadoğu’yu kendi haline bıraktığında, umarız komşular birbirinin yüzüne bakabilir.

Şanghay İşbirliği Örgütü ve Pasifik te yaşananlar 1


2012 yılı sonunda ŞİÖ tarihinin ilk birleşik deniz tatbikatı Rus ve Çin savaş gemi/uçaklarının katılımı ile Pasifik Okyanusu’nda icra edildi. Bu tarihi tatbikat, son 20 yılda Çin’in ekonomik güçten siyasi/askeri güce dönüşümünün dışa yansımasından başka bir şey değildi. Çin Komünist Partisi ve Devlet Başkanı Xi Jinping’in seçildikten sonra ilk yurtdışı ziyaretini Rusya’ya yapması da bu süreci destekleyen bir gelişme oldu. Diğer taraftan, ABD’nin Pivot stratejisi gereği Asya’ya yönelişi, Obama’nın özellikle ikinci döneminde çok hızlı oldu. Asya Pasifik alanda ŞİÖ’de somutlaşan Çin-Rus işbirliği, ABD’nin endişe eşiğini çok aşağılara çekti. Çin, denizcileşerek, geleneksel karasal ve denizsel jeopolitik rekabet alanında, kendisini binlerce yıldır karaya mahkûm eden paradigmayı kırıyor. Tarihinden ders alıyor ve hatalarını tekrar etmiyor. Eski Başkan Hu Cintao, görevini Xi Jingpin’e devrederken yaptığı konuşmada Çin’in hızla bir denizcilik gücü olması gerektiğinin altını çiziyordu. (Darısı Türkiye’nin başına)
Çin karasal paradigmaları bozuyor
Bu yeni rotada, Çin, eriyen buzullar nedeniyle uluslararası ulaşıma açılmaya başlayan Arktik Okyanusu’nun %65’inin sahibi, Pasifik sahildarı Rusya’yı da yanına alarak denize yönelişini daha da güçlendiriyor. 19-20 Mayıs 2013 günleri, bu köşede yayımlanan makalemde, bu yönelişin jeopolitik ve jeoekonomik nedenlerini anlatmaya çalışmıştım. Şimdi gerek ŞİÖ’nün denize yönelişi, gerekse ABD’nin pivot stratejisinin yarattığı güncel etki-tepki sürecine stratejik perspektifte göz atalım.
Hint ve Pasifik Okyanuslarında Çin’in küresel güç olarak yükselişinin yarattığı jeopolitik kırılmanın yanı sıra Tayvan sorunu ile deniz yetki alanlarında pek çok ülkenin, gerek Çin gerekse birbirleri ile silahlı çatışma riski taşıyan Kardak benzeri ihtilaflara sahip olması ve Kuzey Kore’nin tahmin edilemez boyut ve kapsamdaki stratejik hamleleri bölgeyi barut fıçısına dönüştürüyor. Kriz yaratma potansiyeli en büyük olan alan, Kardak benzeri ada/adacık ve kayalık sorunları. Örneğin, 2010 Eylül’ünde bir Japon Sahil Güvenlik gemisi, Doğu Çin Denizi’ndeki tartışmalı Senkaku/Diaoyu adacığı civarında bir Çin balıkçı gemisini mahmuzladı. Balıkçı tutuklandı. Çin’de yer yerinden oynadı. Japon Büyükelçiliği önünde büyük gösteriler yapıldı. Tarihte ilk kez “kimse Çin’e kafa tutamaz” sloganları atıldı. Çin hükümeti, nadir metallerde Japonya’ya ambargo uygulamaya geçince, Japonya, gemi kaptanını derhal serbest bıraktı. Benzer bir kriz Eylül 2012’de yaşandı. Japon Hükümeti 8 parçadan oluşan Senkaku/Diaoyu adacıklarından üçünü Japon bir işadamının satın almasına onay verdi. Bunun üzerine yaşanan karşılıklı ambargolar ve protestolar o kadar büyüdü ki, IMF Başkanı iki ülkeyi ikaz ederek aralarındaki krizin dünya ekonomisini etkileyecek düzeyde sonuçlar yaratabileceğini hatırlattı. Çin ile Japonya arasında dakikada yaklaşık 1 milyon dolarlık ticaret yapıldığını hatırlatalım.
Bu kapsamda, Mayıs 2013’te yenisi yayımlanan Çin’in savunma ile ilgili beyaz kitabında, deniz yetki alanlarındaki çıkar ve hak korunmasına vurgu yapılması dikkat çekiyor. Senkaku/Diaoyu krizi öylesine önemli ki, sadece Çin-Japon ilişkilerini etkilemiyor. 23 Nisan 2013 günü Japon Başbakanı, Senkaku/Diaoyu konusunda Çin’i çok sert bir şekilde uyardı ve “eğer Çin, güç kullanırsa karşılık vereceğiz” dedi. Bu deklarasyondan birkaç gün sonra, bir psikolojik atakla, Japon Başbakan Yardımcısı, İkinci Dünya Savaşı şehitlerinin bulunduğu Tokyo’daki Yasukuni anıt mezarını ziyaret etti. İkinci Dünya Savaşı sonrası ilk kez yapılan bu ziyaret, Güney Kore’yi öylesine kızdırdı ki, Başbakanları, planlı Japonya ziyaretini iptal etti. Sekiz kaya parçasından oluşan Senkaku/Dioyu adacıkları küresel ve bölgesel dengeleri altüst edecek potansiyelini koruyor. ABD’li pek çok stratejist ABD-Çin krizinin Tayvan sorunundan değil Senkaku/Diaoyu krizinden çıkabileceğine vurgu yapıyor. Bir kez daha vurgulayalım. Sorun kayalıkların karası değil. Kayalıkların kontrol ettiği zengin petrol ve doğal gaz yatağı binlerce kilometrekarelik deniz yetki alanlarının varlığı. Bizde “keçilerin otlamadığı bir kaya parçası olan Kardak yüzünden iki ülke savaşın eşiğine geliyordu” diyen neo-liberal cahillerimizin, ABD’nin özellikle deniz jeopolitiği ve stratejisi makalelerinin yer aldığı USNI Proceedings ve US Naval War College Review’ları okumalarını tavsiye ederim. Görün bakalım, Kardak krizinde, bir kaya parçası için savaşılır mı diyen Amerikalıların, Senkaku/Diayou krizinde Japonya’nın yanında nasıl da yer aldıklarını! Çin bir tarafa, merak ediyorum, ABD, Pasifik’teki en yakın iki müttefiki Güney Kore ve Japonya arasındaki Tokto/Takashima adacıkları sorununda kimin yanında yer alacak? Her iki ülke söz konusu adacıkların aidiyeti bir yana bulunduğu denizin adında bile anlaşamıyorlar. (Japon Denizi’ne karşılık Kore Denizi)
ABD savunma bütçesi daralırken
Eski ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, 27 Ekim 2010 tarihinde Senkaku/Diaoyu adacıklarının savunması ABD-Japonya 1960 Güvenlik İttifak Antlaşması’nın 5’inci maddesi kapsamına girer açıklamasını yapmıştı. Yani, kriz çıkarsa, ABD Japonya’nın yanında müdahale edecektir. Diğer taraftan Japon savunma doktrinine göre Öz Savunma Deniz Kuvvetleri (JMSDF) Japonya’nın 1000 mili içindeki deniz alanından sorumludur. Bu alanın dışındaki Hint Okyanusu ve Malakka Boğazı gibi alanlarda Japon deniz çıkarlarının savunulmasını ABD’den bekler. Senkaku/Diaoyu 1000 milin içinde olmasına rağmen ABD Dışişleri Bakanının bu açıklaması ABD’nin jeopolitik kırılmalara neden olabilecek Senkaku/Diaoyu krizinde yer alma niyetini ve böylece bölgedeki askeri varlığını artırma yönelişini açıkça ortaya koymaktadır.
Diğer taraftan ABD’nin ciddi ekonomik kısıtlamalar ve daralan savunma bütçesi nedeniyle küresel tüm alanlarda etkinliği artık olası değil. Japonya ve Güney Kore’nin savunmasının ABD’ye bağımlı olduğu bu ortamda, ABD’nin bölgeden çekilmesi ya da sorumluluklarını hafifletmesi Japonya’nın süratle silahlanmasına ve hatta nükleerleşmesine neden olabilecektir. Bu durumda, örneğin Güney Kore, sadece Çin ve Kuzey Kore’ye karşı değil, artacak Japonya baskısına da tedbir almak zorunda kalacaktır. Diğer bir deyişle ABD, bölgede sadece Çin’e karşı güvence sağlamıyor. Aynı zamanda kırılgan Japon-Güney Kore ilişkilerinde dengeleyici ağabey rolünü oynuyor. ABD, Japonya ve Çin arasındaki en ciddi kriz olan Senkaku/Diaoyu krizinde Japonya’nın yanında durarak, artık Asya-Pasifik havzasındaki deniz yetki alanları sorunlarına taraf olmuştur. Bu durum çok sayıda deniz yetki alanı/egemenlik ihtilaflarının yer aldığı Asya - Pasifik bölgede tırmanmayı ve kamplaşmayı daha da artıracaktır. Çin, başta denizde yaşanan krizler nedeniyle ABD’den hızla uzaklaşıyor. Uzaklaşırken Kuzey Kore üzerindeki akil adam rolünü de bırakıyor. Kontrolsüz kalan Kuzey Kore’nin yarın hangi hamleleri yapacağını tahmin etmek de kolay değil. Yazının sonraki bölümünde ABD’nin ve Çin’in bölgede stratejik etki yaratan girişimlerini inceleyeceğiz.

26 Temmuz 2013 Cuma

Cumhuriyet donanması ve TC kimliği


Cumhuriyet Donanması 29 Ekim 1923 günü kuruldu. O tarihten itibaren Türk savaş gemileri “TCG” yani Türkiye Cumhuriyeti Gemisi unvanına kavuştu. Aynı zamanda Donanma ve onu destekleyen tüm kara birimlerine TCB, yani Türkiye Cumhuriyeti Bahriyesi unvanı verildi. Ondan önce Osmanlı savaş gemileri Padişaha ait anlamına gelen Hümayun lakabı ile anılırdı. Örneğin Kosova Kalyonu Hümayunu gibi. Bugün emperyalizmin, yerli işbirlikçiler ile ulus devletin yani TC’nin denizlerdeki hayati çıkarlarını koruyan 40 Amirali ve 400 seçkin denizcisini yok etmeye çalıştığı şanlı Cumhuriyet Donanmasının 300 savaş gemisinin isminin önünde TCG, 36 helikopter ve 10 uçağının borda numarası önünde TCB ve 40 bin deniz erinin şapkasının alın üstüne gelen şeridinde kocaman TCB rumuzu vardır. Diğer bir deyişle TCB, Türk denizcisinin alın yazısıdır.
Ulus devletler Donanma kurabilir
TCG ve TCB, bahriyenin tüm unsurlarının bir bakıma soyadıdır. Cumhuriyet, ümmetten ulusa ve kuldan vatandaşa geçişi gerçekleştirirken, Cumhuriyetin donanmasını oluşturan savaş gemisine de TCG soyadını vermiştir. Aslında bu evrensel uygulama dünyadaki tüm ulus devlet donanmalarında uygulanır. Zira ulusal çıkarlar için oluşturulan donanmaları ancak ulus devletler yaratır ve işletebilir.
Her savaş gemisi, isminden önce aidiyetini taşıdığı ulus devletin bahriye rumuzunu yani soyadını taşır. Örneğin küresel çapta, Türkiye dahil, kendi çıkarları ile uyuşmayan ulus devletleri yok etmeyi kendine vazife bilen ABD’nin savaş gemilerinin başında da, USS-United States Ship, yani Birleşik Devletler Gemisi, rumuzu vardır.
Savaş gemisine kimliğini ulus devlet verir
Bir savaş gemisinin ait olduğu ulus devletin soyadını taşıması, ona bayrağını dalgalandırdığı sürece büyük ayrıcalıklar verir. Zira savaş gemisi vatan toprağı ve aynı zamanda devletin ta kendisidir. Teknesi vatanı temsil ederken, bayrağı ve personeli de devleti temsil eder. Bu nedenle bir dünya geleneği olarak savaş gemileri milliyetine bakılmaksızın ticaret gemileri ve diğer sivil gemiler tarafından bayrak mezestre edilerek (bayrağı yarıya indirip tekrar yukarı çekerek)selamlanırlar. Savaş gemisi de bu selama aynı şekilde karşılık verir. Savaş gemisi kendi karasularının dışına çıktığı andan itibaren uluslararası hukuka tabi olur. Yani egemen bir devlet gibi hareket eder. Yabancı ülke kara ve iç suları ile limanlarında hukuk süjesi olarak diplomatik dokunulmazlıklara sahiptir. O savaş gemisine polis, jandarma giremez. Bu nedenle bir Türk savaş gemisinin komutanı devleti temsil ettiğinin bilinci ve onuru ile hareket eder. O gemi TCG soyadını ve Türk bayrağını taşıdığı sürece bir gemi komutanı ve personeli ister savaş ister kriz ister barış dönemi olsun asla teslim olmaz. Başına çuval geçirtmez. Bu nedenle her gemi komutanı savaş gemisini millet adına teslim alırken aşağıdaki yemini eder.
“Şahsım ve personelim adına, Türk Sancağını denizlerde şerefle dalgalandıracağıma, görevimi ifada hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacağıma, gemimi ve personelimi her an harbe hazır tutmak için azami çabayı göstereceğime, Yurdumun şeref ve namusunun korunmasında görevim bulunduğunu, komuta sorumluluğumu, ulusal ve uluslararası hukuk ile bahriye geleneklerini asla unutmayacağıma, TCG Yavuz (örnek olarak verilmiştir), seni başarı ve zafere götürmek için her türlü gayreti göstereceğime Türk milleti huzurunda namusum ve şerefim üzerine ant içiyor, bayrağımı öperek seni teslim alıyorum.”
Benzer şekilde bir Tük savaş gemisi törenle denize indirilirken onu denize indiren bayan şu sözleri sarf eder:
“Türkiye Cumhuriyeti Gemisi Yavuz, seni denize indiriyorum. Vatanıma, milletime hayırlı ve uğurlu olmanı, şanlı Türk Sancağını dünya denizlerinde şerefle ve başarıyla dalgalandırmanı diliyorum. Denizlerin sakin, pruvan nete, rüzgârın kolayına, bahtın açık olsun.”
Vatan, Millet, Türk Sancağı, Şeref ve Namus
Öne çıkan terimler, vatan, millet, Türk Sancağı, şeref ve namustur. Evet, savaş gemisi Türkiye Cumhuriyeti Devletinin hem namusu hem de bir “micro cosmos”udur. Gemi Komutanı alt kimliği ile Çerkez, İkinci Komutanı Laz, Çarkçıbaşı Kürt olabilir. Ama o savaş gemisi Türk savaş gemisidir. Yani ulus devlet aşamasını ve bir donanma kurabilecek ulusal birlikteliği başarabilmiş, milliyetler topluluğundan ulusa terfi edebilmiş bir devletin savaş gemisidir. Bu nedenle bir ulus devletin temel yapısını bozmak için en önce donanmaları yıkılır veya yakılır. Ulus devlet emperyal çıkarlar uğruna ortadan kaldırılınca, geride kalanlar küresel egemenlerin jeopolitik tertiplerinde paralı asker ya da paralı donanma olurlar. Bakın Yugoslavya’ya. İç savaş çıktığında en önce parçalanan Donanması oldu. Bakın Irak’a. Son körfez savaşında işgal orduları ve donanmasına karşı tek bir mermi atmadan teslim oldular. Çünkü general ve amirallerinin çoğu ABD tarafından yüksek paralarla satın alınmıştı.
Türk Ordusu ve donanmasının teorisi Mustafa Kemal’dir
Emperyalizm dünyanın her yerinde kendi çıkarlarına hizmet etmeyen ulus devlet yapısını yerli işbirlikçilerle bozarken öncelikle önlerinde en büyük engel olarak gördükleri silahlı kuvvetleri çeşitli yöntemlerle etkisiz hale getirirler. Türkiye’de amiral ve generallerin parayla satın alınamayacağını bilerek bu işi,yerli hainler, isimli davalar, sahte CD ve yalancı tanıklar ile çözmeye çalışıyorlar. Ancak artık halkımız uyandı. Geri dönüşü olmayan süreç tersine işliyor. Emperyallerin ve yeri işbirlikçilerinin görmezden geldikleri bir şey var. Türk ordusu ve donanmasının teorisi Mustafa Kemal’dir. Nasıl ki o, en zor anlardan, “tamam bitti artık” denen dönüm noktalarından Türk ulusu ile birlikte aydınlığa çıkabilmiştir, bugün de aynı kader geçerlidir. Türk askeri ve denizcisinin kalbinde Atatürk, savaş gemisinin ve bahriyenin TCG ve TCB’sinde TC perçinlidir. Türk ulusu ve Türk gençliğinin kalbinde de Türk askeri ve denizcisi perçinlidir.
Sömürgeler denizde bayrak dolaştıramaz
Bir adım daha gidelim. 1969 yılından itibaren Türkiye Cumhuriyetinden dünyayı yelkenle dolaşan ilki Sadun Boro olmak üzere 12 amatör denizci çıkmıştır. Bunlardan birisi de Ekrem İnözü’dür. 2007 yılında tamamladığı dünya seyahatini anlattığı “Dünya Varmış” isimli kitabının giriş kısmında şunu söylüyor:
“Yelkenli ile dünya turu yapanlar arasında, sömürge olmuş bir milletin denizcisine rastlamadım. Denizlerde bayrak dolaştıranlar, genelde hür yaşamış ülkelerin yelkencileriydi. Bana Türk bayrağını dünya denizlerinde dalgalandırma fırsatı veren Atamıza bir kez daha teşekkürler. Nur içinde yatsın.” Başka söze gerek var mı?

Fransız gemisinin istanbul liman ziyareti


Fransız Jean Bart muhribi 19 Nisan 2013 günü İstanbul liman ziyaretine başladı. Gemi Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile Türkiye ve KKTC’nin deniz hak ve çıkarlarının gasp edildiği Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) içinde GKRY deniz unsurları ile arama kurtarma tatbikatı yaptıktan sonra İstanbul liman ziyaretine geldi. Öncelikle, GKRY Deniz Kuvveti kuramaz. 9 Şubat 1959 tarihinde Londra’da imzalanan ve halen yürürlükte olan Kıbrıs Cumhuriyeti Kurucu Antlaşmalarına göre güvenliği garantörler tarafından sağlanan Kıbrıs, vesayet altında kurulduğundan Deniz Kuvvetleri kuramaz. Ancak Rumların Deniz Kuvvetleri de var Komutanı da. GKRY Savunma Bakanı kabahatini biliyor ve bakın ne diyor? “Sürekli tatbikatlar aracılığı ile Kıbrıs Cumhuriyetinin devletlik olma varlığı güçleniyor.”
Düşünebiliyor musunuz? Yarın, KKTC,”Deniz Kuvvetleri kurdum” dese nasıl yer yerinden oynar. Ama Rumlar, Deniz Kuvveti kurmuş, 2006 yılından itibaren Fransa’ya deniz/hava üs kolaylığı sağlamış, onlarla bir güzel deniz tatbikatı da yapmış, üstüne üstlük Fransa, savaş gemisini tatbikat sonrası İstanbul’a yollayabilmiştir. Şimdi “ziyarette ne sakınca var?” Ermeni soykırım yasasını parlamentodan geri çekmemiş, büyük şehirlerinde Ermeni Soykırım anıtlarını bir biri ardına açan, Türkiye’nin AB üyeliğinin yeminli muhalifi Fransa ile Sinop’taki nükleer santral antlaşmasının hayata geçirildiği şu günlerde sorun mu çıkaralım? Cevabını verelim.
Güney Kıbrıs’ta ticaret gemileri
GKRY, 1974 yılından sonra Kuzey Kıbrıs limanlarına uğrayan gemilerin kaptanlarına karşı ceza vermeye ve bu gemileri tutuklamaya başladı. Türkiye bu uygulamaya karşı 13 yıl herhangi bir önlem almadı. 16 Nisan 1987 tarihinden sonra Rum bayraklı gemilerin limanlarımıza girişleri, yükleme-boşaltma yapması, yolcu alması-indirmesi yasaklandı. Yasak kapsamı 1997 yılında genişletildi. Bayrağına bakılmaksızın GKRY ile Türk limanları arasında yük ve yolcu taşıyan tüm gemiler ve uçaklar yasak kapsamına alındı. Bu çerçevede GKRY uçaklarının Türkiye hava sahasını kullanmaları bile yasaklandı. Sadece üçüncü ülke uçaklarının Türk hava sahasını kullanarak Güney Kıbrıs Rum yönetimine sadece yolcu taşınması yasak kapsamı dışında bırakıldı.
Yasaklı gemiler arasına, GKRY bandıralı gemiler; GKRY uyruğuna kayıtlı gemiler; GKRY’de ikamet eden herhangi bir uyruğa sahip kişi ve şirketlere ait gemiler; GKRY vatandaşı veya şirketine ait olup ülke dışında ikamet edenlerin gemileri; GKRY uyruğu da taşıyan çift uyruklu olan kişi veya şirketlere ait gemiler; bayrağına bakılmaksızın GKRY’de herhangi bir denizcilik güzergâhından gelen bir gemi; bayrağı ne olursa olsun uğrayacağı limanlardan biri GKRY olan gemi; önceden GKRY bandırası altında olup satılan, ama GKRY ile her türlü ilişkisini kestiğini kanıtlayamayan gemi; doğrudan veya dolaylı GKRY ürünü taşıyan gemi; sahipleri arasında GKRY vatandaşı veya GKRY şirketi olan bayrağına bakılmaksızın herhangi bir gemi bile eklendi.
Doğu Akdeniz’de çıkarlarımızı gasp edenler
Yani özetle, GKRY’ye uğrayan yabancı bayraklı bir ticaret gemisi bile Tük limanlarına girdiğinde alıkonuyor ve yasa ihlali ile suçlanabiliyor. Jean Bart, ticaret gemisi değil. Dokunulmazlıkları var. Ancak her savaş gemisi bir liman ziyareti yapmadan önce egemen devletten diplomatik klerens talebinde bulunur. Bu talep Dışişleri, Genelkurmay Başkanlığı ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından değerlendirilir. Gerekirse uygun görülmez. Savaş gemisi de ziyaretini gerçekleştiremez. Normal şartlarda yapılması gereken öncelikle Fransa’ya bu tatbikata katılması nedeniyle uyarıda bulunulması ve uyarı dikkate alınmadığı takdirde İstanbul liman ziyareti için diplomatik klerens talebinin reddedilmesi olmalıydı. Peki, Dışişlerimiz ne yapmış? Ulusal hak ve çıkarlarımızın erozyona uğratıldığı Doğu Akdeniz’de GKRY’nin haramiliğine ortak olan bir Fransız savaş gemisini İstanbul Sarayburnu’nda bağrımıza basmış. Gerçekten mütareke dönemini aratmayan günleri yaşıyoruz.
Unutmadan, sade bir vatandaş olarak merak ediyorum. 29 Temmuz 2005 günü mektup teatisi ile imzalanan, Türkiye’nin AB ile 1963 Ankara Antlaşması ve 1995 Gümrük Birliği Antlaşmasının, GKRY dahil yeni AB üyesi ülkelere yansıtılması için gerekli olan Ek Protokol, sekiz yıldır onaylanmak için neden TBMM’ye getirilmiyor? Onaylanmayacaksa neden imzaladınız?

Doğu Akdeniz de biriken gaz


İflasın eşiğine gelen Kıbrıslı Rumlar (GKRY-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) geçtiğimiz haftalarda AB ile Rusya Federasyonu arasında gitti geldi. Avrupa ekonomisine 22 milyar dolarlık milli gelir ile yüzde yarımın altında katkısı olan Kadıköy kadar nüfusa sahip Rumların Ruslara yaklaşması 1974 Sampson darbesi öncesi Makarios’un Sovyetlere yaklaşmasına benzedi. Rusların adadaki Rum bankalarında mevcut yüksek mevduatlarının AB dayatması altında yüksek vergi kıskacına girmesi ortalığı karıştırdı. Rum ekonomisini kurtarma karşılığında adada üs kolaylığı ile çevre sulardaki doğal gazdan imtiyazlar istemesi AB’yi -dolayısı ile ABD’yi- neredeyse çıldırttı. Zira AB’nin küresel elitleri, şimdi çok pişman olsalar da Rumları güzel şarapları veya plajları için değil, denizlerindeki zengin hidrokarbon potansiyeli nedeniyle aralarına almıştı. Şimdi doğal gazda zaten göbekten bağımlı oldukları Ruslar, Akdeniz’e davet ediliyor. Hem de ne zaman? Çok değil Rusların bu gelişmeden bir hafta önce, eski adıyla SOVMEDRON’u (1) yani Akdeniz Beşinci Filosunu 20 yıl aradan sonra tekrar aktive edeceklerini ve bu filonun uğrak limanları arasında Güney Kıbrıs’ı da saydıktan sonra.
Bu gelişmeye emperyal elitlerin cevabı çok seri oldu. AB, Rus sermayesinin de aralarında bulunduğu Rum hesaplarına ağır vergi dayattı ve Rus sermayesinin adadan uzaklaştırılması süreci başlatıldı. Bu sürece dolaylı bir darbe de İsrail’den geldi. Suriye’deki gelişmeleri emperyal çıkarlar lehinde etkileyecek Türk-İsrail barışmasının yaşandığı günlerde İsrail, Lübnan sınırına yakın deniz yetki alanlarında bulunan doğal gaz zengini Tamar ve Leviathan sahalarının boru hattı ile Hayfa’ya bağlandığını açıkladı. İsrail artık enerji ihraç eden ülkeler arasına giriyordu. Bazı çevreler bu gelişmeyi, Rus doğal gaz enerji devi Gazprom’un Avrasya’da oluşturduğu tekele karşı büyük bir gelişme olarak niteledi. İsrail gazının, Irak Kürdistan gazı ile değerlendirildiğinde Türkiye’nin yıllık 50 milyar metreküplük İran ve Rus doğal gazına olan bağımlılığının azalacağına dikkat çekildi. Yani kısaca emperyal kurgu enerji tuzağı ile jeopolitik kamplaşmayı kaşıyor. Ancak bu gelişmeler Rusya’yı Suriye’ye daha da yaklaştırıyor. Zira oyunun emperyal hedeflerini onlar da görüyor. Putin’in Karadeniz Donanmasına ani bir tatbikat emri vermesi bu başlangıcın işaret fişeğidir. Artık Ruslar, Suriye savaşının yanısıra, enerji savaşında da Akdeniz’de yerlerini alıyor. Peki biz Türkler, bu savaşın neresindeyiz? AB ve ABD iradesi ve çıkarları karşısında ulusal çıkarların korunamadığı bir ortamda bugün Doğu Akdeniz’de herkes var ama Türkler yok.
11 Şubat 2011 Balyoz baskını sonrası Doğu Akdeniz’deki Türk deniz varlığı ortadan kaldırıldı. Donanmanın ulusal çıkarlar çerçevesinde stratejik kullanım iradesi tamamen yok edildi. Asya-Pasifik havzasına çekilecek Amerikan Donanmasının yaratacağı boşlukta Cumhuriyet Donanmasının Doğu Akdeniz’de bir oyuncu olmaması, İsrail, Yunan ve Rum çıkarlarına tehdit teşkil etmemesi için gelecek 40 yılının Komuta yapısı hükümetin desteği ile zaten felç edildi. Emperyal irade Türk Donanmasının bu kadroları ile artık ulusal çıkarlar uğruna savaşamayacağını bizden iyi biliyorlar. (Sadece sözde ikinci casusluk davasında 50’ye yakın firkateyn, hücumbot ve denizaltı komutanı hapiste)
Balyoz Baskınından sonra Doğu Akdeniz’de neler yaşandı?
Rumlar, İsrail ile MEB (Münhasır Ekonomik Bölge) sınırlandırma antlaşması imzaladı. İsrail 12 Temmuz 2011 tarihinde MEB sınırlarını gösteren koordinat listesini BM’ye sundu. Yunanistan’da başlayan ekonomik iflasın ve Arap Baharının fırtınası arasında Rumlar, imtiyaz haklarını ABD’nin Noble Energy şirketine verdiği Kıbrıs güneyindeki, İsrail yetki alanına komşu 12 numaralı Afrodit sahasında petrol ve doğal gaz sondaj çalışmalarına başlayacaklarını, tutuklamalardan altı ay sonra Ağustos 2011 başında uluslararası kamuoyuna duyurdu.
Rumlar ve Noble Energy, 19 Eylül 2011 tarihinde sahada fiili çalışmalara başladılar. İkili, İsrail’in Delek Firması ile 2012 yılı içinde bu sahada trilyonlarca dolar değerinde 700 milyar metreküp gaz rezervi bulduklarını açıkladı. Bazı araştırmacılar bu keşfi son yılların en büyük keşfi olarak tanımladı. Balyoz tutuklamalarının tam tamına birinci yıl dönümünde yani 11 Şubat 2012 günü Rumlar, önceden ilan ettiği sahalarda ikinci tur lisans ihalesi ilanı yayınlandı. Türkiye bu girişime KKTC’nin kara ülkesinde petrol araştırmaları yapacağını duyurarak cevap verdi. Böylece, dünya deniz tarihi, denizde yaşanan bir çıkar kaybına karşı kendi kara ülkesinde bir hareketle cevap verildiğinin ilk örneğini de kaydetmiş oldu.
İtalya, Fransa, Güney Kore
Rumlar, 2013 yılında içinde bulunduğu ağır ekonomik koşullar altında bile Doğu Akdeniz’de KKTC’nin ve Türkiye’nin çıkarları olan alanlarda açık tecavüzlerine devam etti. 6 Şubat 2013 tarihinde, 2007 yılı başında ilan ettiği 13 sahanın üçünde İtalyan ENI ile konsorsiyum kuran Güney Koreli Kogas şirketine ikisinde de Fransız Total şirketine arama ruhsatı verdi. (2) Bu gelişmeler 24 Ocak 2013 günü Başbakan’ın bir televizyon programında “firkateynlere gönderecek komutan bulamıyoruz” yakınmasından kısa süre sonra gerçekleşti.
Yunan Başbakanının MEB ilanı
Türk adalet ve hukuk tarihinin yüz karası Balyoz davasının güldüren gerekçeli kararının açıklandığı, 7 Ocak 2013 günü Yunan To Vima gazetesinde ve izleyen günlerde Türk basınında Yunanistan’ın Ege ve Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilan edeceği haberleri yer aldı. (3) Bunun arkası geldi. 20 Şubat 2013 tarihli gazeteler Başbakan Samaras’ın hızını alamadığını şu başlıkla ilan ediyordu: “İstediğimiz zaman MEB ilan ederiz.“ (4) Bu açıklamayı kimin yanında yapıyordu? O günlerde Yunanistan’ı ziyaret eden Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın yanında. Hollande ne diyor? “Doğu Akdeniz’de doğal gaz yataklarının bulunması Yunanistan için de Avrupa için de fırsattır...Deniz Hukukunun üstün çıkacağına inanıyorum. Fransa bu yataklardan Yunanistan ile birlikte yararlanabilirse bunu yapacaktır.” Tabi Yorgo ile Pierre, doğal gaza doysun, aylık gelirleri daha da artsın. Ali ile Ayşe nasıl olsa kendileri gibi 59 milyonla birlikte ayda 1200 liranın altında yaşamaya devam ederler. (5)
Çok ilginç ama Mart başında Türkiye’yi ziyaret eden Samaras’a Türk gazetecilerin deniz yetki alanları ve egemenliği antlaşmalarla Yunanistan’a devredilmemiş Kardak benzeri ada, adacık ve kayalıklarla ilgili tek soru bile sorması yasaklandı. Zira Hükümetin ve Dışişlerinin onlarca Aşil Topuğundan en önemlisine dikkat çekilmesi, belli ki istenmemiş.
Mavi Marmara Zaferi(!)
9 vatandaşımızın katledildiği trajedinin bir özür karşılığı zafere dönüştüğü bir ortamda, medyamız İsrail-Ceyhan doğal gaz boru hattının önü açıldı diye zil takıp oynadı. Gören de doğal gazın sahibi Türkler zannetti. İsrail’in gaz çıkardığı alana çok yakın Rumların gasp ettiği Afrodit sahasından çıkacak gaz da İsrail hattına bağlanacakmış. Ancak medyamızın çok değerli analistleri bu gazdan KKTC’ye mutlaka pay verilmesi gerektiğinin altını çiziyorlar. Yani Rumların daha doğrusu AB’nin kanunsuzluk ve hırsızlığına ortak olalım diyorlar. Hadi ortak olduk, ya istediklerinizi vermezse? Donanmayı mı göndereceksiniz? Hangi Donanmayı? Amiralsiz ve komutansız Donanmayı mı? Geçtik Kıbrıs gazını, mademki Türkiye İsrail’i dize getirecek kadar “böyüük” bir devlet, o zaman İsrail-Rum MEB sınırlama antlaşmasını iptal ettirin. Buna gücünüz yeter mi?
Mısır’ın onurlu çıkışı
Bu arada güzel şeyler de olmuyor değil. Mart ayında aklı başında bir Mısırlı siyasetçi, 2005 yılında Mısır’la GKRY arasında imzalanan MEB sınırlama antlaşmasını tanımayacaklarını ve bunun için Meclis kararı çıkarttıklarını açıkladı. Zira bu sınırlama antlaşması, Mısır’ın hakkı olan sahalara açıkça tecavüz ediyordu. Ne onurlu bir çıkış ama. İçinde bulundukları bu denli ağır ekonomik ve siyasi çıkmaza rağmen denizlerini düşünebiliyorlar. Biraz ders alabilsek. Dışişlerimiz Doğu Akdeniz’deki gaz mücadelesinin hegemon elitlerin peşine takılarak lehimizde sonuçlanamayacağını dilerim görüyordur.
Son Söz
Sorun İsrail gazını taşımak ya da taşımamak veya Rumların kendi gazından KKTC’ye pay vermesini sağlamak değil. Sorun Türkiye’nin hakkı olan deniz yetki alanlarını ilan edebilmek ve sahiplenebilmek. Zira kendi öz menfaatlerinin farkında olmayan ve sahip çıkamayan milletler, başka milletlere bunu altın tabakta sunmuşlardır.
İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, 27 Mart 1911 tarihinde; “temel hedefimizi daima hatırda tutmamızın önemli olduğuna inanıyorum; bu da, Basra Körfezi’ndeki ve onu tamamlar nitelikteki Mezopotamya’daki İngiliz çıkarlarını korumaktır.” derken, dönemin Osmanlı Sadrazamı, 11 Mart 1913 tarihinde; “Kuveyt ve Katar gibi çölden ibaret iki kaza yüzünden İngiltere ile ihtilaf çıkaramayız. Bu ehemmiyetsiz topraklardan ne gibi faydamız olabilir? Kuveyt ve Katar’ı İngiltere’ye bırakmaya ve zengin Irak vilayetimizle uğraşmaya karar verdim.”

Tarihimizde donanma baskınları


Bir Amiral olarak üzülerek ifade etmeliyim ki tarihimiz donanma baskınları ile iç içedir.
1092: İlk Türk Amirali ve Donanmanın kurucusu 1090 Sakız Adası-Koyun Adaları Deniz Savaşı kahramanı Amiral Çaka Bey damadı I. Kılıçarslan tarafından öldürüldü. Sonuç: 1096 yılında başlayan Haçlı Seferleri sırasında Türk deniz gücü hiçbir şey yapamadı ve Aydınoğlu Umur Bey zamanına kadar Türkler ve Anadolu yaklaşık 300 yıl denizlerden uzak tutuldu.
7 Ekim 1571: İnebahtı Deniz Savaşı. Başında yetişmiş Amirali bulunmayan Osmanlı Donanması Haçlı koalisyon karşısında yenildi. Sonuç: Yenilmez Osmanlı Donanması efsanesi ortadan kalktı. Türk deniz gücü Doğu Akdeniz’e çekildi. Bir daha egemenlik uğruna Batı Akdeniz’e çıkamadı.
1583: İstanbul Rasathanesi vebaya ve depreme neden oluyor diye Şeyhülislam’ın fetvası ile yıktırıldı. Sonuç: Denizcilik ve genel anlamda bilimsel gelişmeye kapılarını kapayan Osmanlı sadece donanma alanında değil her alanda geri kaldı. Aydınlanma ve sanayi devrimini ıskaladı.
6 Temmuz 1770: Çeşme Baskını. Rus Baltık Donanması Osmanlı Akdeniz Donanmasını İzmir-Çeşme’de yaktı. Sonuç: Karadeniz’deki mutlak Türk deniz egemenliği ortadan kalktı. Azak Denizi ve Kerç Boğazının kontrolü Ruslara geçti. Kırım’ın kaybedilme süreci başladı. Denizlerde gerileyen Osmanlı Rusya için jeopolitik hedef, daha doğrusu yem oldu. Ruslarla 1917 yılına kadar 13 kez savaşıldı.
20 Ekim 1827: Navarin Baskını. Fransız, İngiliz ve Rus ortak donanması, Osmanlı-Mısır ortak donanmasını yaktı. Sonuç: Üç yıl sonra Yunanistan devleti kuruldu. Balkanlarda çözülme süreci başladı.
30 Kasım 1853: Sinop Baskını. İngiliz Amiral Cochrane danışmanlığındaki Rus Filosu Osmanlı Karadeniz Filosunu yaktı. Sonuç: Kırım Savaşı tetiklendi. Osmanlı Avrupa Devletleri ile müttefik oldu ve sonucunda ekonomik bağımsızlığını tamamen kaybederek Düyun-u Umumiye kontrolünde bir sömürgeye dönüştü. 1877 Osmanlı-Rus savaşında Rus orduları Yeşilköy’e kadar geldi. İstanbul’u işgalden Marmara’ya giren İngiliz Akdeniz Donanması kurtardı.
1876-1909: II. Abdülhamit Dönemi: Donanma Haliç’e hapsedildi ve kurumsal kültürü ile birlikte zayıflatıldı. Böylece Türkler 20’nci yüzyıla donanmasız girdi. Sonuç: 1878 yılında Kıbrıs, Teselya, Romanya, Karadağ ve Doğu Rumeli, 1881 yılında Tunus, 1882 yılında Mısır, 1897 yılında Girit, 1908 yılında Bulgaristan ve Bosna Hersek tamamen kaybedildi. Ardından yaşanan 1911 Libya ve 1912-13 Balkan Savaşları sonunda da Libya ve Yunanistan’ın tamamı ile Ege adaları donanmasızlık nedeniyle kaybedildi.
Beş yıl önce kurulan Bulgar devletinin orduları Çatalca’da zor durduruldu. Birinci Dünya Savaşında itilaf devletlerinin ortak donanması ve kara gücü Gelibolu yarımadasına Ege’de hiçbir engelle karşılaşmadan geldi ve asker çıkardı. Mustafa Kemal’in askerlerine “ben size ölmeyi emrediyorum” demek zorunda kaldığı Çanakkale Savaşlarında onbinlerce kayıp verildi.
Savaş sonunda Osmanlı İmparatorluğunun parçalanarak sadece Karadeniz’de kısa kıyısı olan küçük Orta Anadolu devletine dönüşmesini sağlayacak Sevr Antlaşması dayatıldı. Yunan kuvvetleri hiçbir dirençle karşılaşmadan 15 Mayıs 1919 sabahı İzmir’e çıkabildi. Kurtuluş Savaşı ve Lozan zaferlerine rağmen Türk Boğazlarının egemenliği 1936 yılına kadar kaybedildi.
Donanmanın A takımı
11 Şubat 2011: Sözde Balyoz Davasının Silivri Baskını: Sahte delil ve iftiralara dayalı bu dava ve takip eden diğer isimli davalar ile Donanma, 40 Amiral ve 400 deniz subayını kaybetti. Baskını gerçekleştirenler kendi insanımız ve emperyal güçlere uşaklık eden içimizdeki hainlerdi. Kaybedilen denizciler Cumhuriyet Donanmasının A takımıydı. Sonuç: Libya krizinde Cumhuriyet Donanması, rekor sayıda gemi ile yer aldı ve ilk kez bir iç savaşta ABD, İngiliz ve Fransız emperyal çıkarlarına alet oldu.
Doğu Akdeniz’de Türkiye ve KKTC’nin çıkarları zayıflatıldı. Hakkımız olan Münhasır Ekonomik Bölgede Güney Kıbrıs ve ortakları (İsrail, ABD, Fransa, İtalya, Güney Kore) doğal gaz ve petrol çıkarma anlaşmaları imzaladı ve fiili alan çalışmaları başlatıldı. Yunanistan, Kardak benzeri Türkiye’ye yakın egemenliği andlaşmalar ile Yunanistan’a devredilmemiş 15 adacık ve kayalıkta de facto devlet uygulamalarını (bayrak dikme, bina, barınak inşaatı, sahil güvenlik uygulamaları vb) yoğunlaştırdı.
2013 yılı başından itibaren Ege ve Doğu Akdeniz’i kapsayacak -Türkiye’yi Antalya Körfezine hapsedecek- Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilanını Başbakan düzeyinde dile getirmeye başladı. Malatya - Kürecik’e yerleştirilen X Band balistik füze savunma sistemi radar tesisi ile başta Karadeniz olmak üzere çevre denizlerimizde bulunacak Amerikan Aegis sistemine sahip muhrip ve kruvazörlere bilgi aktarımı mümkün hale getirildi. Kurulmakta olan Büyük Kürdistan’ın denize çıkışı için Suriye’deki iç savaşa taraf olundu.
Mavi vatan parçası
Ülkemiz topraklarına Patriot füze bataryaları ile birlikte Amerikan, Alman ve Hollanda askerleri yerleşti. GAP ve Dicle Fırat su havzasının bulunduğu Türkiye Cumhuriyeti topraklarının Büyük Kürdistan’a eklenme süreci 21 Mart 2013 tarihinde resmen başlatıldı. Suyu, (Dicle-Fırat); petrolü ve doğal gazı (Musul Kerkük), açık deniz limanları (Lazkiye ve bazılarına göre Mersin), geniş tarımsal alt yapısı (GAP), 20 yıldır dağlarda yaşayan ve kendi siyasi emelleri için ABD ve Avrupalı gizli servisler sayesinde her türlü hafif ve ağır silaha sahip, ölmeye hazır onbinlerce savaşçısı (PKK teröristleri ve peşmerge) olan bir yapılanma, Kürtlere ve böyle bir düzene 1917’den beri özlem duyan emperyal sisteme Sykes, Picot ve Wilson’un bile hayalleri dışında olanak sunuyor.
Neymiş efendim, Misak-ı Milliymiş. Durmak yok, yola devam...
Unutmayın, her donanma baskını sonrası Türkler ve Anadolu, ya vatan toprağı ya da üzerindeki adalar ile mavi vatan parçasını kaybetti.
Donanma baskınları bayramlarla kutlanıyor.
Bu arada, İnebahtı yenilgimizin her sene 7 Ekim’de Venedik ve Kuzey İtalya’da; Navarin yenilgimizin her sene 20 Ekim’de Yunanistan’ın Navarin şehrinde bayram olarak kutlanması Türk halkını hiç mi ilgilendirmez? Neden yenildiğimiz ünlü kara savaşlarını Avrupalılar bayram olarak kutlamıyor da, Türklere karşı giriştikleri deniz baskınlarını 21’inci yüzyılda bile kutlamaya devam ediyorlar? PKK’nın barış örgütü, liderleri Abdullah Öcalan’ın ulusal kahraman ilan edildiği bir ortamda birileri 11 Şubat’ı bayram yaparsa şaşmayın...
Aklıma takılanlar
Mavi Marmara özür ve tazminat zaferi sonrası aklıma takılanlar oldu.
Mavi Marmara gemisi denize elverişlilik belgesine ve yola elverişlilik belgesine sahip olmadığı halde Marmara Denizi dışına nasıl çıktı?
Antalya’da son dakikada neden Komoros bayrağına ve siciline geçirildi?
Antalya’dan Komoros bayrağı altında yola elverişlilik belgesini aldı mı?
İsrail’in bu gemi ve konvoyu vuracağını her seviyede ve ortamda dile getirmesine rağmen Antalya’dan çıkışına neden izin verildi?
Gemiye bazı siyasiler son anda binmekten ve sefere katılmaktan neden vaz geçti?
Hükümet bu konvoya koruma sağlaması için neden Deniz Kuvvetlerini görevlendirmedi?
Mavi Vatanı izlemeye devam edin.

Çılgın proje


İlk duyduğumda inanmamıştım. Zaten projeyi kurgulayanlar da inanmamış olsa ki başına “çılgın” sıfatını eklemişlerdi. Ancak 15 Nisan 2013 gazeteleri bu çılgın proje için Yüksek Planlama Kurulu kararı çıktığını yazınca, hapishane şartları altında da olsa daha vahim aşamaya gelmeden bu konuya ciddi şekilde akıl yormak gerektiğini değerlendirdim. Şaka değil, fiziki coğrafyamız değiştiriliyor. Öyle bir değişiklik ki, sadece kentleşme, tarım arazisi kaybı, ulaşımın zorlaşması gibi çevresel sonuçları ile değil, Türk Boğazları üzerindeki 80 yıllık yerleşik dengelere zarar verebilecek jeopolitik sonuçları ile de ülkemizin kaderini etkiliyor.
BOP ve türevi jeopolitik projeler yanında görece “çılgın” kalan Kanal İstanbul projesi için, yarım asırlık bir Boğazlı olarak kamuoyunun merak etmesi ve bilmesi gereken soruları sıralamakla yetinelim. Neticede mümtaz basınımıza göre 10-40 milyar $ arasında - sudan ucuz - bir maliyetle gerçekleşecek projenin finansı her durumda dolaylı olarak en sonunda halkın sırtına yüklenecek görünmektedir. Bu soruları sormak vergi mükellefi olsun olmasın sokaktaki her vatandaşın demokratik hakkıdır. İşte sorularımız.
1- Dünyada, mevcut doğal ve işleyen bir boğaz var ikenbuna paralel, insan yapısı, alternatif bir kanal örneği var mıdır? (Malakka, Dover, Kattegat, Oresund vb?)
2- Karadeniz’e çevresel ve siyasal etkileri olacak bu proje için en azından bölgenin temel antlaşmaları olan KEİ ve Bükreş Antlaşmaları çerçevesinde sahildarlarla istişarede bulunulmuş mudur?
Türk Boğazlarının bütünlüğü
3- Kanalın gerçekleşmesinin, sadece Türk Boğazlarından geçişi düzenlemeyen aynı zamanda Karadeniz-Marmara ve Çanakkale bölgesinde bir güvenlik rejimi de tesis eden, Montreux Sözleşmesini etkisi değerlendirilmiş midir? Sözleşmenin omurgası olan Türk Boğazlarının bütünlüğünü bozarak,değiştirebilecek süreçlere karşı bir siyaset geliştirilmiş midir?
4- Halen İstanbul Boğazından günde, 130-140 ticaret gemisi (15-20 tanker dahil) geçiş yapmaktadır.(Bu sayının Singapur şehir devleti içinden geçen, değişik su yolları için günde 1500 kadar olduğunu belirtelim.) Montreux Sözleşmesine göre ticaret gemilerinin Boğazlardan geçiş ücreti ödemeden geçme hakkı söz konusu iken, tankerler ve diğer ticaret gemileri neden İstanbul Kanalından paralı geçişi kullanmayı tercih edecekler?
5- Söz konusu kanal, Doğu Trakya’nın ekolojisini ne şekilde değiştirecektir? Kaybedilecek tarım arazisinin yıllık getirisi hesap edilmiş midir? Sadece İstanbul’a yapılması planlanan üçüncü havaalanı için 657 bin ağacın kesilecekken, bu devasa projede hafriyat/betonlaşma, yeni yol, köprü ve kavşak gibi alt yapı gereksinimleri nedeniyle kaç ağaç kesilecektir?
6- Tuzluluk nedeniyle Karadeniz’den Marmara’ya doğru, saatte 8 kilometreden daha büyük bir hızla akacak yeni satıh akıntısının gerek Marmara ve gerekse Batı Karadeniz’de yaratacağı hidrografik etkiler ile eko sistem dengesi üzerindeki olumsuz etkileri modellemeler yapılarak irdelenmiş midir? Bu akıntının, Karadeniz’de hakim kuzeyli rüzgarların da etkisi ile artacağı ve Tuna Havzası nedeniyle halen Karadeniz’in en kirli bölümünü teşkil eden (Tuna deltası) Batı Karadeniz’in kirli satıh sularını Marmara’ya taşıyacağı ve zaten çok kirli olan Marmara’daki kirlenmeyi kat be kat artıracağı değerlendirilmiş midir?
7- Boyu 40.000 metre, genişliği 150 metre ve yüksekliği 25 metre olan içi su, etrafı beton dolu bir hacmin, beklenen büyük Marmara depreminde deniz dibinde fay kırılmasıyla oluşacak enerjiden ne şekilde etkileneceği; bölgede yaratılan jeolojik değişikliğin bu kanal ve civarında oluşturulacak yerleşim birimleri üzerindeki etkisi modellenmiş midir?
8- Deprem sonrası oluşacak tsunami ve deniz yükselmesinin etkileri veya kanalın doğayı değiştiriyor olmasının yaratacağı “kertik tesirinin” büyüklüğü ve bunun jeolojik sonuçları hakkında bir fikir oluşturulmuş mudur? Bu durumun modellemesinde İstanbul’un batısına her gün dikilmekte olan gökdelenlerin durumu göz önüne alınmış mıdır?
9- Ortalama 150 metre genişliği, 25 metre derinliği olacağı iddia edilen bu kanalda bir kaza sonucu herhangi bir gemi batarsa veya 1979’da yaşanan İndependenta benzeri bir süper tanker günlerce yanarsa, Boğaziçi’nden çok daha dar olan bu kanalda kazaya nasıl müdahale edilecek, gemi enkazları nasıl kaldırılacaktır?
10- Batı İstanbul’u bir adaya çevirecek bu proje kabaca 5-6 milyon insanın bir kısmının doğal felaket ve bölgede Çernobil/Fukushima benzeri bir radyoaktif serpinti durumunda tahliyesi gerektiğinde doğuda iki köprü ve Marmaray tüneline; batıda bu kanal üzerinde kurulacak köprülere mecbur kalınacaktır. Böylesi bir felaket durumunda tahliye nasıl gerçekleşecektir? Benzer şekilde bir savaş durumunda köprülerin yıkılması halinde Trakya’nın takviyesi sadece deniz yolu ile mi sağlanacaktır?
11- Bu genişlikte ve boyutta bir kanalı yapacak finans gücü ve yüklenici hizmeti Türkiye’de var mıdır? Mevcut “istikrarlı” 10 yıllık yönetimin “sonunda”, 400 milyar dolar dış borç, %2’ye düşmüş büyüme hızı, kapatılamayan cari açık ve denkleşemeyen bir bütçe ile karşı karşıya kalan Türk ekonomisi, küresel kapitalist sisteminin 1929 sonrası en ağır buhranını yaşadığı bir dönemde 40 milyar doları üretebilir mi? Akkuyu nükleer santralına Ruslardan başka teklif verenin çıkmadığı bir konjonktürde, Türk ekonomisi diyelim bu finansı buldu. Öncelik, macera arayan amaçsız yatırımlar mıdır? Yoksa kalkınmaya yönelik,aciliyet gerektirenler mi?
12- Bu boyutlarda bir kanalda 25 metre derinlik için satıhtan 30 metreye inmek gerekeceğinden, 150-200 milyon metreküp hafriyat, 8-10 milyon metreküp çimento ve bir o kadar da çelik donatı işi çıkacağı düşünüldüğünde maliyetler, gerçekte ne olacaktır?
13- Böyle bir mega inşaatın yapım- teslim süresi nedir? Kaç hükümeti eskitir?
14- Hafriyat sırasında yörenin arkeolojik zenginliği ve özgünlüğü ile karşılaşılma olasılığı göz önüne alınmış mıdır? Yoksa bulunacak antik kalıntılar çanak çömlek olarak mı değerlendirilecektir?
15- Yaklaşık 5-6 milyon insanın yaşayacağı, yeni Batı İstanbul adasının doğal kaynakları, başta su olmak üzere adayı beslemeye yetecek midir? Bu kapsamda kanalın Ergene havzasıyla etkileşimi irdelenmiş midir?
16- Batı İstanbul adasının tüm dış lojistiğinin doğudan ve batıdan birkaç köprüye bağımlı kalmasının ne gibi zafiyet yaratacağı irdelenmiş midir?
Bu sorular, ilk anda akla gelenlerdir. Şüphesiz akademik bir analiz maksadıyla derinliğine irdelenmeden ortaya attığımız bu tip sorular çoğaltılabilir. Gelişmiş demokrasi ülkelerinde, bırakalım bu tip jeopolitik projeleri, kasabanın içinden geçecek yeni bir yol yapımı ya da tarihi bir kasabaya modern bir bina eklenmesi gibi projeler bile aylarca tartışılıp, artı ve eksileri ile detaylı irdelenip, gerekirse o alanda yaşayan halka anketler (küçük çaplı referandumlar) yapılarak karara bağlanır.
İsviçre Örneği
Bu konuda örnek alınacak bir proje de halen yapımı devam eden İsviçre’de Alpler’in altından geçirilmekte olan 58 kilometre boyutundaki demiryolu tünelidir. İlk ortaya atıldığı 1962 yılından, 1970’lere kadar tartışılmıştır. Ardından halk oylaması ile yapılıp yapılmayacağına karar verilmiştir. Bunun olumlu çıkmasını takiben “fizibilite” yapılmış ve finans yapısı oluşturulmuştur. Dünyanın en zengin ülkesinin dahi bunu karşılayacak finans kaynağı yetmiyordu. Bunun üzerine vatandaşlara %5 ek vergi konulması bir referandumla soruldu. Sonuç olumlu çıkınca, ihale sürecine geçildi.
Meclis Onayı ve Referandum gerekir
Şimdi karşımızda dünyada eşi benzeri olmayan bir proje var. İhtiyacın ne olduğu ise hala ortada yok! Benim ilk anda aklıma gelen soruların hiç birinin cevabı halka verilmemiş durumda ve proje finansal destek alabilmek için Yüksek Planlama Kurulu’ndan geçiriliyor. Nasıl geçiyor? Nerede DPT’nin kalkınmada sektörel öncelikleri? Bu ne acele? Yoksa halkın bilmediği çok yüksek, jeopolitik çapta başka gerekçeler mi var? Varsa bunlar Türk halkının bilmemesi gerekenlerden midir? Yoksa proje yeni bir kent rantının yağmalanmasına yönelik bir aldatmaca mıdır? Coğrafya değiştiren bu projenin gerek Montreux Sözleşmesine gerekse çevreye etkileri göz önüne alınarak TBMM’de onaylanması ve İstanbul/Tekirdağ halkına bölgesel bir referandum ile sorulması kaçınılmazdır.
Kanal İstanbul’dan önce Kanalizasyonları tamamlayın
Bu arada hatırlatalım. Türkiye’de yılda kabaca 30 milyon metreküp sanayi atığı denizle buluşuyor. Belediyelerimizin % 85’inin arıtma tesisi, 700 belediyenin de kanalizasyonu yok. Kısacası Türk halkının ayrana ihtiyacı var.
Son Güncelleme: Pazartesi, 29 Nisan 2013 22:35
 

24 Temmuz 2013 Çarşamba

BM kararının özet tercümesini sizlerle paylaşmak istedik


Tartışma
69. Hükümet, yargılama yöntemine ilişkin iki husus üzerinde durmaktadır. Birincisi davaların yargı sisteminde temyiz aşamasında olduğu, ikincisi ise devam etmekte olan duruşmalarda bazı davaların sanıklar tarafından açıldığı yerel bir anayasal şikâyet prosedürünün bulunduğudur. Hükümet, davanın devam etmesi veya hukuki mülahazanın hala devam etmesi nedeniyle Çalışma Grubu’nun tebliği reddetmesi gerektiğini öne sürmektedir. Şu kadarını söyleyecek olursak, yerel yargı mercilerinde yargısal mülahazanın devam ettiği davalarla ilgili mahkeme dışı açıklama ve yorumlara kısıtlama getiren bu türden bir davanın sonuca bağlanmaması kuralı Çalışma Grubu’nu bağlamamaktadır. Benzer sebepler, yerel çarelerin tüketilmesi ve askıda kalan davalar prensiplerine ilişkin olarak da geçerlidir. Çalışma Grubu, bu tür prensiplere yerel mahkemeler veya diğer uluslararası mahkemeler, mahkemeler ya da diğer insan hakları organlarıyla aynı şekilde uymaz. Aksi takdirde, Çalışma Grubu yetkisi kapsamında öngörüldüğü gibi sanığın makul bir süre içerisinde yargılanması veya salıverilmesi hakkının ihlali davalarını mülahaza yetkisini yerine getiremezdi.
70. Usule ilişkin diğer ana husus, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan başvurulardır. Hükümet, davacılardan bazılarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde dava açarak benzer bir dilekçe sunduğu ve Avrupa Mahkemesi ile Çalışma Grubu’na gelen davaların pek çok konuda aynı veya benzer olduğu hususu göz önünde tutularak tebliğin kabul edilemez sayılmasını talep etmiştir. Hükümet, Çalışma Grubu’na Avrupa Mahkemesi’nin kabul edilebilirlik hükümlerini ve 28484/10 sayılı Çetin DOĞAN - Türkiye Davası’ndaki diğer prosedürleri işaret etmiştir. Çalışma Grubu, Avrupa Mahkemesi’nin kabul edilebilirlik üzerine verdiği ön kararında dava ile ilgili unsur ve şikâyetlerin fezlekesinden yararlanmıştır. Avrupa Mahkemesi, 2012 yılında taraflara şu iki soruyu yöneltmişti:
1.
İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. § 6. maddelerince güvence altına alındığı gibi,başvuru sahibinin tasarrufunda duruşma öncesi tutukluluğun yasallığına itiraz amaçlıhâlihazırda etkili bir çare yolu var mıdır?

Özellikle talimat süresi boyunca (ceza mahkemesi nezdinde duruşmalar başlamadan önce) başvuru sahibi, salıverilme talebinin incelenmesi sırasında hâkim önünde adil yargılanma ve karşıt görüş prosedüründen yararlandı mı (Erkan İnan – Türkiye, sayı13176/05, §§ 31-32, 23 Şubat 2010)?

2.
Ayrıca duruşmalar sırasında başvuru sahibi, salıverilme talebinin reddedildiği kararlar aleyhine yaptığı temyiz başvurularıyla ilgili Cumhuriyet Savcısı’nın görüşlerinden haberdar edilme imkânına sahip oldu mu (Altınok – Türkiyesayı 31610/08, §§ 57-61, 29 Kasım 2011)?
71. Çalışma Grubu, Avrupa Mahkemesi ile aynı kabul edilebilirlik kriterlerine sahip değildir. Sayın Doğan’ın davası gibi bir davada, Avrupa Mahkemesi öncelikli olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygunluğu incelerken, Çalışma Grubu ICCPR (Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi) ile uluslararası teamül hukukuna uygunluğa bakmaktadır. Çalışma Grubu, yalnızca aynı veya benzer bir başvurunun Avrupa Mahkemesi’nde beklediği sebebine dayanarak kendini bir tebliğ incelemesinden men etmeyi düşünmez. Çalışma Grubu, bu davada meseleleri ICCPR ve uluslararası teamül hukukuna bağlı olarak mülahaza etmeye devam edecektir.  
72. Çalışma Grubu, malzemeyi önceden araştırıp inceleyerek, bu kişilerin mahkeme masraflarının Hükümeti devirmeyi amaçladığı iddia edilen Balyoz Darbesine dâhil olması ve kaynağın öne sürdüğü iddialar bir grup olarak bu kişilerle bağlantılı bulunduğu için 250 kişinin tamamını bir Mütalaada ele almanın uygun olacağını düşünmektedir.
73. Hükümet, yargı süreci ihlallerine ilişkin hususlar dâhil kaynağın öne sürdüğü birçok iddiaya değinmemiştir. Çalışma Grubu, kaynağın belirttiği gibi yargı süreci ihlallerinin gerçekten yaşandığını kabul ederek veya bu iddiaları çürüterek ya da münakaşa ederek bunlara ilişkin çeşitli iddialarla ilgili açıklama yapma fırsatının Hükümet tarafından değerlendirilmediğini kaydetmektedir. Çalışma Grubu, yukarıda işaret edilenler dışında Hükümet tarafından sunulan ve gereğince dikkate alınan başka herhangi bir bilginin yokluğunda, dava ile ilgili görüşünü kaynak tarafından verilen bilgilere dayandırmak zorundadır. Çalışma Grubu, gözden geçirilmiş çalışma yöntemlerine göre, sunulan önermeleri temel alarak dava ile ilgili görüş bildirecek bir konumdadır.
74. Kaynak, Hükümetin sanıkların aşırı gecikme olmaksızın yargılanma hakkını ihlal ettiğini öne sürmüştür. Bu bakımdan, adil yargılanma hakkına göre aşırı gecikme olmaksızın adaletin mutlaka yerine getirilmesi gerekirken, makul süre sorusunun her bir davanın şartlarına ve karmaşıklığına ve uygun olan hallerde çare yollarının ve sanığın sürmekte olan tazyik hapsine belirli aralıklarla itiraz etme hakkının kullanımına bağlı olduğu Çalışma Grubu tarafından belirtilmektedir. Çalışma Grubu, karar alırken davalara vaka bazında bakmaktadır. Hükümet, sanıkların kefalet meselesinin yanı sıra mahkeme öncesi tutukluluklarının meşruiyetine itiraz etmeye elverişli etkili çare yollarına sahip olduklarını belirtmemiştir. Hükümet, mahkemelerde yasal ve fiili gerekçelere dayanarak sanıkların tutukluluk durumlarının devamını haklı gösteren ve kefalet karşılığı salıverilme kararının verilmesiyle ilgili orantılılık incelemesine değinen dönemsel kararlar alındığına dair bir açıklama yapmamıştır. Çalışma Grubu’nun görüşüne göre, bu durum ICCPR’nin 3. fıkrasının 9. maddesi ile UDHR’nin (Uluslararası İnsan Hakları Beyannamesi) 9. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varılmasında yeterli dayanak sağlamaktadır.
75. Kaynak, ana davalarda sanıkların adil yargılanma haklarının birçok kez ve ciddi biçimde ihlal edildiğini iddia etmiştir. Kaynak ve Hükümet tarafından sunulan bütün önermeler Çalışma Grubunca göz önünde bulundurulmuştur. Hükümet’in yanıtında, kaynağın, delillerin gerçekliğini değerlendirmede kullanılan Türk hukuku altında yapılan duruşmanın ilk aşamasındaki usule ilişkin düzensizliklerle ilgili ve savunmadan gelen dijital delillerin gerçekliğini çürüten üç uzman raporunun dikkate alınması ve bu delillerin incelenmesi için kendi uzmanlarının tayin edilmesi isteğinin geri çevrildiğine dair iddialarına itiraz edilmemiştir. Buna ek olarak, Hükümet’in yanıtında mahkemenin birinin sözde darbeyi önlediği iddiasında bulunduğu iki önemli tanığın çağrılması için savunmaya izin vermediği hususuna itirazda bulunulmamıştır.
76. Hükümet, sanığın soruşturma dosyasındaki gizli materyallere erişimiyle ilgili kısıtlamaların uluslararası insan hakları belgeleri uyarınca meşru olduğunu iddia etmektedir. Bu bağlamda, Çalışma Grubu bu tür kısıtlamaların, o zaman mahkemede sanık aleyhine delil olarak kullanılmayan ve beraat ettirme niteliği taşımayan materyallere binaen meşru olacağını belirtmektedir. Ancak, sözü geçen davada ICCPR’nin 3(b) fıkrasının 14. maddesi ihlal edilerek, ulusal güvenlik bahanesiyle sanığın mahkemede iddia makamı tarafından kullanılan önemli bazı delillere ve muhtemelen beraat ettirici bazı delillere erişimine izin verilmemiştir.
77. Mahkeme salonuna yerleştirilen mikrofonların duruşma boyunca Hükümet’in avukat ve sanık arasındaki gizli iletişimi dinlemesini sağladığı iddiası Hükümet tarafından reddedilmemiştir. Bu yüzden, 3(b) fıkrasının 14. maddesine aykırı olarak, sanık duruşma süresince mahkeme salonunda savunma avukatıyla gizli olarak iletişimde bulunma hakkından mahrum bırakılmıştır.
78. Çalışma Grubu, dava koşullarını göz önünde tutarak, yukarıda belirtilen yargı süreci ihlallerinin ICCPR’nin 3. fıkrasının 9. ve 14. maddeleri ile UDHR’nin 9, 10 ve 11. maddelerine aykırılık oluşturduğu sonucuna varmaktadır. Bundan dolayı, açılan davalar dikkate alındığında, 250 dilekçe sahibinin özgürlüklerinden yoksun bırakılması, Çalışma Grubu’nun başvurduğu keyfi tutuklamalar kategorilerinde III. kategori kapsamına girmektedir.
Sonuç
79. Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu, yukarıdakiler ışığında aşağıdaki görüşü belirtmektedir:
Balyoz davalarında 250 tutuklu sanığın özgürlüklerinden yoksun bırakılması, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 9, 10 ve 11. maddelerinin yanı sıra Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 9. ve 14. maddelerine aykırı olarak keyfidir ve açılan davalar dikkate alındığında, Çalışma Grubu’nun başvurduğu keyfi tutuklamalar kategorilerinde III. kategori kapsamına girmektedir.
80. Çalışma Grubu, belirtilen görüşün sonucu olarak, Türk Hükümeti’nden İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne ve Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ne uygun olarak bu 250 kişinin durumuna bir çözüm bulmasını istemektedir. Çalışma Grubu, davanın bütün koşullarını dikkate alarak, Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 5. fıkrasının 9. maddesi uyarınca uygulanabilir bir tazminat hakkının yeterli bir çözüm olacağını düşünmektedir.
81. Çalışma Grubu, Türk Hükümeti’nin verdiği önermelerde belirtilen, davaların farklı yerel temyiz ve inceleme usullerine tabi olduğu yönündeki bilgiyi dikkate almıştır. Yukarıdaki Görüş’te belirtilen eksiklik prosedürlerine gerektiği kadar önem verilmesi gerekirdi.
[1 Mayıs 2013’te kabul edilmiştir]