27 Ağustos 2013 Salı

Antarktika ile uğraşırken arktik Okyanusu'ndan uzaklaşmayalım



Antarktika’da Türk Bilim Üssünün kurulması çalışmaları “tam yol ileri” devam ediyor. Ne diyelim, demek ki kendi deniz alanlarımızda bilimsel çalışmalar biz hapisteyken tamamlanmış. Ne mutlu denizlerimize ve deniz bilimciliğimize. Merak ediyorum, Antarktika’daki bilim üssünde yabancı bir bilim insanı bizim temsilcimize şunları sorduğunda ne cevap verilecek? Marmara Denizinizde kirlenme kontrol altına alındı mı? Marmara fayını kendi gemilerinizle incelemeye başladınız mı? Çevre denizlerinizin 200 metreden derin sularındaki canlı hayatını incelediniz mi? Doğu Akdeniz kirliliğine Türkiye’nin katkısı ne? Ekonomik mucizeler yarattığı iddia edilen hükümetinizin torunlarınızın geleceğini ilgilendiren deniz kirliliğine karşı kayıtsızlığına, bilim insanları olarak ne tepki verdiniz? Doğu Akdeniz, Karadeniz ve Ege’de Balık stoklarınız nedir? Denizlerinizin yüzde kaçının sismik taraması tamamlandı? Hükümetinizin gözbebeği Kanal İstanbul projesinin çevreye etkilerini değerlendirdiğiniz bir çalıştay yaptınız mı? İklim değişikliğinin denizlerinize ve canlı hayata etkisi konusunda halkı aydınlatıyor musunuz?
Arktik Okyanusunda kazan kaynıyor: Neyse konumuz Antarktika değil. Jeopolitik ve stratejik perspektifte Antarktika ile kıyaslanamayacak kadar önemli bir yer. 21’inci yüzyılın jeopolitik yönden en kritik bölgelerinden birisi, Kuzey Buz Denizi yani “Arktik Okyanusu”. Stratejik arenada bu bölgeye NATO jargonu ile “Yüksek Kuzey-High North” adı veriliyor. Bu bölgede ABD, Rusya Federasyonu, Kanada, Norveç ve Danimarka’nın kıyısı var. Okyanusun % 88’i sahildarların Münhasır Ekonomik Bölgesi iken % 12’lik kısmı açık deniz (high seas) statüsünde. Dolayısı ile sahildarlar arasında gerek kıta sahanlığı/MEB sınırlandırılması gerekse deniz ulaştırma rotaları üzerinde zararsız geçiş ve transit geçiş gibi konularda ciddi sorunlar var. Ayrıca Kanada’nın Rusya ve Danimarka ile Kardak benzeri egemenliği tartışmalı adacık sorunları var. Yakın bir gelecekte deniz egemenleri arasında ciddi baş ağrısı yaratacak bu yeni jeopolitik çekim alanının en temel iki özelliği, deniz ticaretinde devrim yaratacak yeni deniz ulaştırma rotalarına ve yüksek miktarda petrol, doğal gaz ve stratejik madenlere sahip olması. Yüksek Kuzeyin gündeme gelmesinin bir diğer nedeni ise son 35 yılda küresel ısınma nedeniyle buzulların erimeye başlaması.
Deniz Ulaştırmasında Devrim: Artık yaz aylarında Arktik Okyanusunda seyir olanağı artıyor. Örneğin tarihsel olarak en sert buzların olduğu Kanada bölgesinde bile 1978 yılından bu yana % 39 erime tespit edildi. Tüm bölgede ortalama olarak yılda 70 bin km² buz eriyor. Bilim adamları 2024 sonrası buz erimesinde keskin bir düşme bekliyorlar. Simülasyonlara göre 2040 sonrası bölgenin deniz ulaştırmasına tamamen açılacağı tahmin ediliyor. Böylece okyanuslar arası deniz ticaret rotaları kısalıyor. Bu bölgede üç ana rota mevcut. Birincisi,Kuzey Doğu geçidi ya da Kuzey Deniz Rotası. Rus kıyılarını takip eden ve Atlantik ile Pasifik Okyanuslarını birleştiren rotadır. Günümüzde yazları senede iki ay kesintisiz seyir yapılabiliyor. İkinci rotaKuzey Batı rotası olarak da bilinen Kanada Arşipel Geçididir. Atlantik ile Alaska Kuzeyini birleştiriyor. 2007 yılında ilk kez kısa süreli de olsa seyre açıldı. Üçüncü rotaArktik Köprüsü olarak isimlendirilen Murmansk/Rusya ile Kanada ve ABD’nin Atlantik kıyılarını birleştiren rotadır.
Bu rotalar sayesinde Atlantik ile Pasifik arasında Panama Kanalı üzerinden veya Atlantik ile Hint Okyanusu /Çin arasındaki Süveyş kanalı üzerinden işleyen mevcut deniz rotaları neredeyse süre ve mesafe olarak yarı yarıya kısalıyor. Bu şekilde kanal masrafları dahil Roterdam-Shanghai arasında çalışan bir konteyner gemisi tek seferde yarım milyon dolar tasarruf edebiliyor. 2008 yılına kadar bu sularda seyir yapabilecek özellikte 262 buz kırıcı ticaret gemisi varken bu sayı günümüzde 600’ü geçmiştir.
Enerji Deposu: Dünya petrol ve gaz rezervlerinin % 25’inin bu suların diplerinde olduğu değerlendiriliyor. Bu okyanus kıyılarının yüzde 65’i Rusya Federasyonu’na ait. Dolayısı ile Rusya Federasyonu’nun petrol ve doğal gaz rezervlerinin kabaca %80’i bu suların diplerinde bulunuyor. ,2 milyar m³ rezerv ile dünyanın en büyük gaz rezervi olan Skothman havzasında Rusya 2008 yılından sonra gaz temin çalışmalarına başladı. Rusya’yı bir yıl sonra Barents Denizinde Norveç izledi.
Yeni Soğuk Savaş: Arktik’teki bu gelişmelere ABD’nin tepkisi gecikmedi. 2008 yılında ABD Başkanı Bush tarafından yayınlanan ulusal güvenlik dokümanında “ABD’nin askeri ve ticari gemilerinin Arktik Okyanusu’ndaki seyir serbestîsinin korunmasına yönelik”direktif, Arktik Okyanusu’nda yeni bir soğuk savaşın başlangıcını işaret etti. Rusya’nın bölgede 8’i nükleer 11 büyük tonajlı buz kıran gemi/römorkörünün olması (ABD’nin iki tane klasik buz kıran gemisi var) Atlantik-Avrasya rekabetinde Ruslara büyük avantaj sunuyor. Ruslar ayrıca dünyanın ilk nükleer güçlü açık deniz petrol/doğal gaz sondaj platformunu da hazırlıyorlar. 2 Ağustos 2007 günü, Arktik Okyanusunda ünlü Rus bilim adamı “Lomonosov”‘un ismi ile anılan bölgede, 4000 metre derinlikteki deniz tabanına, Rus bayraklı bir plaket yerleştirdiler. 2009 yılında da Medvedev, “Arktik Okyanusu, Rusya Federasyonu’nun milli gelirinin % 20 ve ihracatının % 22’sini üretiyor” şti.
Çin de Arktik Okyanusunda: Geçtiğimiz yıllarda Çin, Arktik Okyanusunun Pasifik ve Atlantik kapısı olan Bering Boğazını Çin’in güvenlik endişe alanı olarak belirledi ve bu boğazdaki çıkarlarını için gerekirse kuvvet kullanabileceğini deklere etti. Çin, Bering Boğazı ve diğer Arktik rotaları kullandığı takdirde hem Malakka Boğazına olan bağımlılıktan büyük ölçüde kurtulabiliyor, hem de ulaştırma giderlerinde senede 60-100 milyar $ tasarruf elde edebiliyor. Çin ŞİÖ içindeki işbirliği kapsamında Rusya ile ayrıca Arktik Okyanusunda enerji işbirliğini geliştiriyor. Son olarak Gazprom ile CNPC, birlikte sondaj çalışmalarına başladı.
Dışişleri Bakanlığına iki Öneri: Arktik’in bu denli artan önemi karşısında öncelikli olarak “Arktik Konseyde” gözlemci statüsü kazanmak için girişimde bulunulması gerekir. Diğer bir konu da “Svalbard Antlaşması”dır. Bu sularda Kuzey Kutbuna 1000 km mesafede, 62 bin km² genişliğinde Norveç’e ait Svalbard ımadaları var. Kömür zengini bu adalarda 2500 kişi yaşıyor. Bu adaların hukuki statüsünü belirleyen Svalbard Antlaşması, 9 Şubat 1920 tarihinde imzalandı. Antlaşmaya, Afganistan ve Suudi Arabistan bile tarafken, Türkiye taraf değil. antlaşmaya taraf olunmakla Svalbard Adalarının karasularına giriş ve oturma hakkı ile ticari ve endüstriyel madencilik faaliyetlerine katılma hakkı tanınıyor. İsteğimiz oraya bilim üssü kurup, gemi göndermek falan değil. Tek bir Türk Lirasına neden olmayacak şekilde, antlaşmaya taraf olmak.
Düşündüren bir söz
Ruhu, ulusal gurur duygusu ve bir ideali olmayan insanlar, ne aşağılanma ne de bozgun yaşarlar; ne ulusal bir miras yaratabilir, ne herhangi bir kutsal misyondan ilham alır ve içlerinden ne ulusal kahraman ne de şehit çıkarabilirler. NELSON MANDELA (Kendimle Konuşmalar-Optimist Yayınları)

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Osmanlı imparatorluğu deniz uygarlığı kuramadı


Osmanlı İmparatorluğu denizgücü ile Akdeniz ve kısmen Kızıldeniz dışına çıkarak okyanuslara erişemediğinden, deniz uygarlığının bir parçası olamadı. Akdeniz’e hakim olduğu zaferler yüzyılı 16’ncı yüzyılda bile, bir milyon nüfusa sahip Portekiz’in anavatanından 9000 mil öteye deniz gücü göndermesine engel olamadı. Anavatanının eteklerinde hareket eden Osmanlı Donanması, Hint Okyanusunda ve Basra Körfezinde Portekiz’e meydan okuyamadı.
Osmanlı İmparatorluğu Asya ve Afrika ile Avrupa’nın kesiştiği noktada gelişmesine rağmen deniz gücü anlayışına ve daha önemlisi onun ayrılmaz parçası olan teknolojik yeniliğe (inovasyona) asla sahip olamadı. Küresel yenilikler Portekiz’i okyanus denizciliği ve keşiflere; İngiltere’yi deniz egemenliği ve sanayi devrimi öncülüğüne; ABD’yi 20’nci yüzyılda bilişim devrimine ve denizlerde kesin hâkimiyete taşırken, Osmanlı 3 kıtada bir imparatorluk kurmuş olmasına rağmen denizlere yöneliş bir yana, siyasi coğrafyasının denizlere yönelik temel teorisine dahi sahip olmadı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde deniz jeopolitiği üzerine yazılmış tek bir eser olmadığını vurgulayalım. Cihan İmparatorluğunu deniz uygarlığına dönüştüremeyen Osmanlı, -16’ncı yüzyıl hariç-deniz ve denizciliği, stratejik perspektifte bir amaca dönüştürmedi. Denizcilik, kapitülasyonlar nedeniyle zaten Türklerden uzak tutulmuş, Yunanistan’ın bağımsızlığına kadar Rum denizcileri devletin her türlü deniz ve denizcilik ihtiyaçlarında kullanılmıştı. İpek ve baharat yollarının karada ve denizde çoğunluk kontrolüne sahip olduğundan yeni keşiflerle, keşifler sonrası değişik okyanuslarda yeni dış ticaret çıkar alanları oluşturmaya gerek görmediler.
Abdülaziz Donanması: 16 ncı yüzyıl sonrası donanmanın önem ve önceliğini bir devlet adamı olarak en iyi gören ve imparatorluğun uzaktan savunulmasında donanmanın rolünü değerlendirebilen tek sultan Abdülaziz olmuştur. İlk modern savaş olarak kabul edilen Kırım Savaşından sonra askeri teknoloji alanında çok geri kalındığını; denizaşırı istila güçlerine ancak denizde karşılık verilebileceğini yaşayarak öğrenen sultan, 1861-1876 arasındaki iktidarında Osmanlı donanmasında ve tersanelerinde yelkenden stime, ahşaptan çeliğe geçişi sağlayan süreci hızlandırdı. Ancak büyük bütçelerle ve başta subay personel olmak üzere alt yapısı hazır olmadan acele ile değişik ülkelerden alınan savaş gemilerinden oluşan donanma, Abdülaziz devrildikten sonra iktidara gelen II. Abdülhamit döneminin başlarında yaşanan 1877-78 (93) Osmanlı-Rus Harbinde başarı gösteremedi. Yeşilköy’e kadar gelen Rus ordularını İngiliz Kraliyet Donanması Haliç’e girerek durdurabildi. Daha sonra 33 yıl iktidarda kalan II. Abdülhamit, donanmayı kendi iktidarına bir tehdit olarak gördüğünden onu küçültmeye odaklandı. 33 yıl hareketsiz kalan donanma operasyonel yeteneklerini ve kültür birikimini kaybetti. Böylece Türkler 20’nci yüzyıla donanmasız girdi. Yazımızın sonraki bölümünde Türk denizciliğini incelemeye devam edeceğiz.
Denize en yakın yegane Türk devlet adamı, Atatürk
Denizgücü ve denizcilik Türklerin tarihinde 16’ncı yüzyıl hariç, Mustafa Kemal dönemine kadar jeopolitik perspektifte önem ve öncelik konumuna oturtulamadı. Mustafa Kemal, denizin jeopolitik ve ekonomik değerini en iyi görebilen devlet adamı oldu. Cumhuriyet Donanması ile Cumhuriyet Denizciliğine en büyük ivmeyi o verdi. Çanakkale Savaşları esnasında bir yabancı gazeteciye şunları söylemişti: “Karada kıstırılmış durumdayız. Tıpkı Ruslar gibi. Boğazları tıkamakla Rusları Karadeniz’in içine kapamış olduk ve eninde sonunda çökmeye mahkûm ettik. Çünkü müttefikleriyle bağını kesmiş olduk. Ama biz de çökmeye mahkûmuz. Hem de aynı nedenden. Gerçi Akdeniz’in Karadeniz’in ve Hint Okyanusunun eteklerindeyiz. Ama herhangi bir okyanusa açılamıyoruz.”
Deniz uygarlığının ayrılmaz parçası sivil denizcilik gelişemedi
Atatürk yeni cumhuriyetle deniz ve denizciliğe önem vermiş ancak donanma güçlenirken denizcilik gücünün sivil bacakları aynı oranda güçlenememiştir. Savaşlar yorgunu Anadolu’nun alt yapı sorunları, eğitimli insan gücü eksikliği ve en önemlisi sermaye birikiminin olmayışı denizcilik sektörünü geri plana itmiştir.
Avrupa-Atlantik yapı zaten ağır gelişen denizcileşmeyi duraksattı
Türkiye’nin 1946 sonrası Avrupa-Atlantik blokta yer alması ve 1952 sonrası NATO üyeliği de denizcileşmesini ivmelemek bir yana duraksatmıştır. Sadece NATO üyeliği, donanmanın başta ABD olmak üzere modern bahriyelerden savaş gemisi transferleri ile bilgi ve tecrübe aktarımına kısıtlı katkı sağlamış, ancak strateji ve doktrin üretiminde ulusal çıkarlarımız yerine egemen güçlerin çıkarlarına bağımlılığı öne çıkarmıştır. Örneğin, çevre denizlerde NATO sorumluluk sahaları tahsis edilirken, Ege ve Doğu Akdeniz’i Yunanistan’a bırakacak kadar aymazlık içinde kaldık. Eğer 1963 Kıbrıs krizi ortaya çıkmasaydı, NATO’nun ışıltısıyla büyülenmiş Türkiye yöneticileri, Akdeniz ve Ege’de tatbikat yapmayı bile düşünemeyecek duruma gelmişlerdi. (Bu arada ABD’den hibe edilen savaş gemilerinin silah ve sensör sistemlerinin detaylı kullanım talimatları ile gemilerin savaş doktrinlerinin tam olarak verilmediğini de not edelim)
Sivil denizciliğin kalkınması ve Türklerin denizcileşmesine Avrupa-Atlantik yapının katkı sağlaması bir tarafa, tavsiyesi bile olmamıştır. Türkiye’nin son 67 yılda laiklikten ve üniter yapısından uzaklaşmasına, sadece tüketen, sömürülmeye açık doğulu bir toplum oluşturmasına olanak sağlayacak yüzlerce sivil toplum projesine destek veren ABD ve Avrupa ülkelerinden, Türkiye’de 1946 sonrası deniz ticareti, balıkçılık, tersanecilik, deniz adamı eğitim/öğretimi gibi alanlarda dış yardım veya program desteği söz konusu olmamıştır.Zira bu yapı denizlerde ve okyanuslarda ilerde kendine rakip olabilecek yeni oyunculara tahammül edemez. Bu alanda gelişmiş ülkeler içinde sadece Japonya, Türkiye’ye gerek gemi inşa gerekse balıkçılık alanında maddi destek sağlayarak eğitim ve yatırım programlarına destek olmuştur.
Deniz körlüğü ve ilkel birikim
Kendi idarecilerimizin deniz körlüğü ile tecrübesizlikten daha kötü olan bilgisizlikleri ve ayrıca ondan da kötü olan ilkel birikim hırsları nedeniyle tarihin önemli dönüm noktalarında doğan fırsatlar da kaçırılmıştır. Bu konuda belki de en güzel örnek Yunanistan’dır. Son 60 yıldır dünya deniz ticaret filosu büyüklüğünde, daima dünya sıralamasının ilk üçünde yer alan, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ekonomisi mahvolmuş Yunanistan’ın deniz ticaret filosunun büyümesi göz kamaştırır. Deniz ticaret filomuzun efsanevi kaptanı merhum Şefik Gögen’in 2011 yılında Osman Öndeş tarafından yayınlanan biyografisinde (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) bu konuda söyledikleri çok dikkat çekicidir:
“Nasıl hayıflanmayalım! Nasıl boynumuzu büküp, büyüyen ve kökleri ilk asırlara giden Yunan denizciliğinin gelecek bir çeyrek asırdaki büyümesini şimdiden görmeyelim. İkinci Dünya Savaşının başlamasından birkaç ay önce Yunan bayraklı Deniz Ticaret Filosu 600 gemiden oluşuyordu. Savaş yıllarında bu filonun tamamı Müttefiklerin emrine alınmış, Atlantik konvoylarında görev alan Yunan ticaret gemilerinin üçte ikisi batmıştı. Savaş sonunda can çekişen tortu bir filo kalmıştı. Yunanlıları düştüğü girdaptan kurtaracak fırsat, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında 4500 adet Liberty sınıf yük gemisini (savaş sırasında Avrupa’ya savaş malzemesi taşımak için ABD’de binlercesi inşa edilen şilepler. Y.N.) yok pahasına satış kararı ile çıkmıştır. Yunanlı armatörler bu gemilerden 100 adedine talip oldular. Yunan hükümeti de her bakımdan onları destekledi. Türkiye’de o zaman deniz ticaretinden nasibini alamamış bir zihniyet hâkim olduğundan Türkiye’de bu gemilerden satın alabilecek üç beş civarındaki müteşebbise bile izin verilmemiş, yardımcı olunmamıştır.”
Akan yıllar içinde Türkiye, sadece donanma alanında pek çok yönden deniz uygarlığına sahip ülkeler arasına girebilecek gelişme ve kazanımları elde etti. Bu başarı grafiği Cumhuriyet Donanmasının gerek ganbot diplomasisi rolünde çevre denizlerde kullanımı gerekse açık denizlere yönelişi ile yükseldi. 2010 yılından itibaren donanmanın Hint Okyanusunda sürekli varlık göstermesi bu süreci hızlandırdı. 2011 yılında kendi dizaynımız olan TCG Heybeliada korvetini % 70 ulusal katkı ile -bazılarının insafsızca Deniz Kuvvetlerine 1999 yılında devri tarihi bir hatadır dedikleri- İstanbul Pendik Tersanesinde gerçekleştirmesi başarı grafiğine son noktayı koydu. Bu başarıların ödülü Ergenekon, Kafes, Poyrazköy, Balyoz, Askeri Casusluk gibi isimli tertip davalar ile alındı. Milletinin kuvvet ve komuta yapısı ile gurur duyabileceği bu üstün donanmanın en az gemileri kadar kıymetli 40 amiral ve 400 denizcisi sahte delil ve iftiralarla tasfiye edildi. (Hapse atılan bir kişi üzerinden korku toplumu yaratılarak 1000 kişinin etki altına alınabileceğini de hatırlatalım.) Bu yönü ile 20’nci yüzyıl başında II. Abdülhamit’in Türk donanmasına yaptıkları ile 21’inci yüzyıl başında 2008-13 arasında Cumhuriyet Donanmasına yapılanlar arasında çok büyük benzerlikler bulunmaktadır. İlkinde yeni bir yüzyıla donanmasız, ikincisinde amiralsiz girildi.

13 Ağustos 2013 Salı


Modern Türk tarihinin en büyük ihaneti sayılabilecek isimli dava (Ergenekon, Poyrazköy, Kafes, Balyoz, Askeri Casusluk) tertipleri ile Türk Deniz Kuvvetlerinin komuta yapısı çökertildi. Deniz Kuvvetlerinin 40 Amirali ve 400’e yakın deniz subayı/astsubayı hapishaneler ve mahkeme salonlarında tutsak edilirken, bu süreçten şüphesiz onun ayrılmaz parçası olan Sahil Güvenlik Komutanlığı da payını aldı. Tutuklular ve mahkemelerde sanık olarak yargılananlar arasında Sahil Güvenlik Komutanlığı’na bağlı subaylar da var. Emperyal kurgu ve onun yerli işbirlikçisi hainler, Deniz Kuvvetlerinin ve Sahil Güvenliğin enerjisini Mustafa Kemal ruhundan alan gelişim sürecini sözüm ona mevcut ve gelecekteki komuta yapısını çökerterek önleyeceklerini sanıyorlar. Sanmaya devam etsinler. Mustafa Kemal ruhunun tüm Türkiye’de ölümsüz olduğunu onlar da yaşayarak öğrenecekler.
Kökleri, 1859 yılında kurulan Rüsumat Emaneti teşkilatına kadar giden Sahil Güvenlik Komutanlığı, 1982 yılında kuruldu. 1982 öncesinde son olarak Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlıydı. 2692 sayılı kuruluş kanunu ile barışta İçişleri Bakanlığı’na, savaşta Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlanarak görev yapan komutanlık, karasuları, münhasır ekonomik bölge ve arama kurtarma bölgelerini kapsayan toplam 377.714 km2 lik “mavi vatan”ın tamamında asayiş, deniz güvenliği, denizde emniyet, deniz kirliliği ile mücadele ve can kurtarmadan sorumludur. Bu görevlerini 8333 km’lik kıyı şeridimizde, Hopa’dan, İskenderun Çevlik’e kadar 63 ayrı üs ve limanda konuşlu 2 açık deniz gemisi, 117 bot ve 24 taşınabilir bot, 3 deniz karakol uçağı ve 10 helikopter ile sürdürüyor.
Açık Deniz Arama Kurtarma gemileri neden önemli?
Sahil Güvenlik, 5 Nisan 2013 tarihinde 1700 tonluk, İtalyan “Ciriu” sınıfı dört adet açık deniz arama kurtarma gemisinin ilk ikisini oluşturan TCSG Dost (701) ve TCSG Umut’u (703) filoya kattı. Bu önemli proje 2005 yılında başlatılmıştı. İtalyan Fincantieri Tersanesi ortaklığı ile Tuzla’daki Koç-RMK Marine Tersanesi’nde yürütülen projenin son iki gemisi TCSG Güven ve TCSG Yaşam’ın inşası devam ediyor. Yüzde 40 yerli katkı payı ile tamamlanan 1700 tonluk korvet büyüklüğündeki gemiler İtalyan AB 412 tipi helikopter taşıyabiliyor. Bu gemilerin Sahil Güvenliğe katılması denizciliğimiz için devrimsel önemdedir.
Deniz güvenliği öne çıkıyor
Son 15 yılda özellikle Tuzla/Yonca Onuk Tersanesi ürünü çok maksatlı süratli müdahale botlarının envanterine girmesi ile birlikte Sahil Güvenlik önemli bir atılım yaptı. Özellikle 11 Eylül sonrası dönemde bütün dünyada olduğu gibi güvenlik kavramı savunma kavramının önüne geçtiği için Sahil Güvenliklerin önemi tüm dünyada arttı. Ancak güvenliğe yönelik denizde kolluk görevleri ile denizde arama/kurtarma arasında bir denge kurulması gerekiyordu. Türkiye denizcileştikçe denizde arama/ kurtarma sorumluluğu giderek artıyor. Artık mavi vatanda daha çok balıkçı, daha çok ticaret gemisi ve daha çok amatör denizci teknesi hareket halinde. Bu gemilerdeki/teknelerdeki denizciler için tehlike durumlarında arama kurtarma sorumluluğu Sahil Güvenlik Komutanlığı’na ait. Bu sadece hukuki bir sorumluluk değil aynı zamanda devlete itibar sağlayan bir faaliyet. Avustralya’nın 1997 ve 2012 yıllarında anavatanından 3 bin mil ötede güney okyanusunda gerçekleştirdiği kurtarma harekatı Avustralya’ya büyük prestij sağladı. Diğer yandan denizlerimizde yasa dışı faaliyetlerin önlenmesi de ulusal refah ve güvenliğimiz için olmazsa olmaz bir sorumluluk. Ancak Sahil Güvenlik Komutanlığımızın kuvvet yapısına bakıldığında açık deniz arama kurtarma gemilerinin hizmete girişine kadar, kolluk tipi görevlere daha fazla ağırlık veren platform yapılanması göze çarpıyordu.
Küçük tonajlı ve çok yüksek süratli tekneler yasa dışı tekneleri yakalamak için ideal iken, başta Karadeniz olmak üzere çoğunluk fırtınalı geçen kış aylarında açık denizde arama kurtarma yapmaya uygun değiller. Zira fırtınada denize çıkamıyorlar. O zaman da Deniz Kuvvetlerinin büyük tonajlı korvet ya da firkateynlerinden yardım talep ediliyor. Uzun bir bürokrasi sonucu söz konusu yardım gerçekleştiğinde ise çoğu kez geç kalınıyor.
Açık Denizde Arama Kurtarma Sahil Güvenlik sorumluluğunda
İşte 1700 tonluk helikopterli bu gemiler ile artık fırtınalı ağır deniz şartlarında bile açık denizde arama kurtarma görevleri gerçekleştirilebilecek. Bu yeteneğin kazanılmasının Ege Denizi’nde siyasi sonuçları da olacak. Şimdi bu konuyu biraz açalım.
BM Uluslararası Denizcilik Örgütü (IMO), Türkiye’nin de taraf olduğu Hamburg Sözleşmesi gereği dünya denizlerinde tehlikede bulunan gemi ve kişilere yardımda bulunmak üzere ülkelerin deniz/hava arama kurtarma sahalarını belirlemesini gerekli kılar. Devletler bu sahalarda yardım talep edenlere bir kamu hizmeti olarak can kurtarma (mal kurtarma değil) hizmeti vermekle yükümlüdür. Türkiye, 1982 yılında IMO’ya ve dünyaya çevre denizlerindeki arama kurtarma sahalarını deklare etti. Bu sahaları içeren Türk Arama Kurtarma Yönetmeliği, 7 Ocak 1989 tarihinde yürürlüğe girdi. Söz konusu yönetmelik 1997 ve 2001 yıllarında güncellendi. Bu sahalarda SAR sorumluluğu Sahil Güvenlik Komutanlığı’na aittir.
Ege ve Doğu Akdeniz’de SAR sahası sorunu
Buraya kadar her şey normal gözükebilir. Ancak işin içine Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi girince sorun başlıyor. Türk, Yunan ve Kıbrıs Rum sahaları çakışıyor. Yunanistan Türk karasuları hariç “tüm Ege benim” derken; Türkiye, Ege’nin ortasından geçen 25° Doğu boylamının (Orta Ege’den sonra Rodos’a doğru inen ve Doğu Akdeniz’de kabaca KKTC-GKRY sınır hattının geçtiği enleme bağlanan) hattın doğusunda (Doğu Akdeniz’de kuzeyinde) kalan açık deniz alanlarını kendi arama kurtarma sahası olarak ilan etti. Karşılıklı itirazlar sonucu, Yunanistan ile aramızda Arama Kurtarma (SAR) sahaları sorunu da başlamış oldu. Benzer sorun Kıbrıs adası civarında GKRY ile yaşanıyor. Diğer taraftan, Ege açık deniz alanlarındaki kazalara avantajlı adalar coğrafyası nedeniyle onlar kolayca müdahale edebiliyordu. Şimdi, 1700 tonluk bu gemiler sayesinde siyasi sonuçları da olan Ege’nin açık deniz alanlarındaki deniz kazalarına artık Türk sahil güvenlik gemilerinin her hava koşulunda müdahale yeteneği artacak. Halen Donanma gemilerinin yaptığı Akdeniz Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) karakollarını bu gemiler de icra edebilecek.
Dışişleri AB şikâyetine işlem yapmadı
Diğer taraftan bu yeteneğin Ege’deki kullanımı kadar Doğu Akdeniz’deki kullanımı AB ve ABD’yi rahatsız edebilir. Unutmayalım ki, 2009 Türkiye AB İlerleme Raporu’nda Deniz Kuvvetlerimiz Doğu Akdeniz’de hak sahibi olduğumuz alanlarda Rum Araştırma Gemilerini rahatsız ediyor diye şikâyet edilmiş, bu şikâyete hükümet hiçbir tepki vermemişti.
Bu süreçte Dışişleri Bakanlığı’nın da AB’ye hiçbir protestosu olmamıştı. Aksine daha sonra ortaya çıkan Wikileaks belgelerinde bazı Dışişleri yetkililerinin ulusal çıkarlarımızı ilgilendiren konularda AB/ABD gibi düşündükleri ortaya çıkmıştı. Türk Dışişleri yetkilisi Elçi Çağatay Erciyes’le yapılan bir görüşme sonrası, 13 Ocak 2010 tarihinde gönderilen bir raporda Dışişlerinin Türk Silahlı Kuvvetleri’ne Ege’de Kardak benzeri egemenliği Yunanistan’a devredilmemiş tartışmalı adacık ve kayalıklar üzerinde icra ettiği uçuşları durdurması için baskı yaptığını Amerikan Büyükelçiliği Washington’a şöyle rapor ediyordu: (Barış Terkoğlu -Wikileaks’te Ünlü Türkler, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2012, Sayfa 222): “Türk Dışişleri, Yunan adaları üzerinden (Kardak benzeri formasyonları kastediyor) uçuşların Atina ile ilişkilerin düzelmesi çabaları açısından verimsiz olduğunu biliyor ve orduya bu manevraların azaltılması yönünde baskı yapıyor.” Rapordan bir ay sonra, 24 Şubat 2010’dan itibaren Ege, Doğu Akdeniz ve Karadeniz’deki deniz çıkarlarını koruyan kritik görevdeki Amiraller sahte deliller ile Balyoz tertibi sayesinde demir parmaklıkların ardına atıldı.
Sahil Güvenlik Komutanlığı hayati önemdedir
Kanaatimce gelecekte Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın refah ve güvenliğimize yönelik oynayacağı rol ve üreteceği katma değer, Deniz Kuvvetlerine eş değerde ve hayati olacaktır. Sahil Güvenlik Komutanlığı ayrıca halkla iç içe görev yapan bir Komutanlık olduğundan, Türkiye’nin denizcileşmesine doğrudan katkı sağlayabilecek özelliklere sahiptir. Diğer taraftan Sahil Güvenliğin AB uyum süreci içinde Entegre Sınır Yönetim Sistemi aldatmacası içinde mevcut yapısının bozularak, kurumsal denizcilik birikimi olmayan Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı bir yapıya dönüştürülmesi çabaları da devam ediyor. Bu şekilde Sahil Güvenliğin aynen polis teşkilatında olduğu gibi siyasallaşacağı bilinen bir gerçek. Savaş zamanı Deniz Kuvvetleri emrine girecek sahil güvenliğin mevcut yapısı ile oynamak, Türkiye’nin geleceğine, çevre denizlerindeki siyasetine ve çıkarlarına büyük hasar verir. AB sürecinin sulandırıldığı bu günlerde AB’yi bahane ederek Sahil Güvenliğin omurgası ile oynamak kimseye yarar sağlamaz.

Uygarlık Deniz'de başlar 1


Deniz insanlığın gelişimindeki en önemli unsurdur. Bütün büyük uygarlıklar denizde gelişti. Bu nedenle deniz ulusları ve deniz uygarlıkları dünya tarihinde özel yere sahiptir. Bin yılı aşkın bir süredir vatan bildiğimiz Anadolu kıyıları, Doğu Akdeniz kıyıları ile birlikte antik çağda deniz uygarlıklarının merkezi olmuştur. Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) ve Azra Erhat’ın tanımı ile Mavi Anadolu’nun sosyogenetik kodlarını taşıyan sahipleri, yani atalarımız bunu ne kadar sürdürebildi? Maalesef Anadolu’nun yeni sahipleri bir imparatorluk kurmasına rağmen deniz uygarlığı kuramadı. Diğer taraftan uzun süreli kalıcılık gösteren dünya güçleri, denizci devletler arasından çıktı. Dünya tarihi 15’inci yüzyıldan itibaren keşiflerle yeniden şekillenirken, anavatanlarından binlerce mil öteye deniz gücü gönderebilen devletler, modern tarihte deniz uygarlığının temellerini atabildiler. Bu alanda küresel çapta denizgücü kurabilen devletler arasında, 15’inci yüzyıldan itibaren sırasıyla Portekiz, İspanya, Hollanda, Fransa ve İngiltere; 19’uncu yüzyıl sonrası ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Japonya ve Sovyetler Birliği sayılabilir. İşin özü, okyanuslara ve okyanus ötesine güç intikal ettirebilmektir.
Modern dünyada küresel erişimin ve dolayısıyla küresel güç statüsünün en temel göstergesi, donanma gücünün dağılımıdır. Deniz gücü, modern statükonun dengeleyicisidir. Okyanuslar üzerinde kesin egemenlik temin edilmeden hiçbir güç mevcut düzeni değiştiremez. Bu nedenle tarih boyunca deniz gücünün okyanuslar üzerindeki dağılımı, küresel statü mücadelesinin resmini ortaya koyar. Diğer taraftan deniz uygarlığına bilimsel, teknolojik, sosyal, kültürel, sportif ve çevresel katkı yapılmadan, sadece askeri güç oluşturarak deniz uygarlığı oluşturulmaz.
Deniz zenginlik ve güçtür
Deniz uygarlığı, tarihin akışı içinde yarattığı yeni keşifler ve icatlar ile rönesans, reform ve aydınlanmayı hızlandırırken, bir yandan anavatanlarda sermaye birikimine, bir yandan da dış ticaret ağları ve ortaklarının gelişimine neden olarak kapitalizmi doğurdu. Dünya deniz uygarlığına 17 ve 19’uncu yüzyıllarda ayrı ayrı iki kez hükmeden İngiltere ile 20’nci ve 21’inci yüzyılda hükmeden ABD, deniz uygarlığı üzerinden kapitalizmi emperyalizme dö-
nüştürmüş, kendileri için uygarlık olan bu alanı gelişmekte olan ve azgelişmiş devletlerin sömürülmesi ve baskı altında tutulması için sonuna kadar kullanmıştır. Kullanmaya devam etmektedir. Zira deniz uygarlığını başarabilen devletler dünya deniz ticaretini ve deniz zenginliklerini kontrol yeteneğine sahip olurlar. Bu yeteneği de siyasal ve jeopolitik hedeflerine erişim aracı olarak kullanırlar. O halde ezilen ve sömürülen olmamak için denizde güçlü olmak ve deniz uygarlığı cephesinde yer almak gerekir. Bugün Çin’in ısrarla denize yönelmesinin nedeni budur.
Deniz uygarlığı kara uygarlığı rekabeti
Deniz uygarlıklarının yükselişi her dönemde karşısına kara uygarlığı çıkarmıştır. Atina karşısında Sparta; Kartaca karşısında Roma; Venedik karşısında Osmanlı; İngiltere karşısında Almanya; NATO karşısında Varşova Paktı gibi. Gerek modern gerekse postmodern dönemde jeopolitik çekişmeler deniz ve kara uygarlıkları arasında olmuştur. Günümüzde Çin’in deniz ticareti, gemi inşa, balıkçılıkta dünya liderliğini kaptırmaması ve donanmasını büyük yatırımlarla geliştirmeye çalışması ve dost/müttefik ülkelerde deniz üsleri kurarak dünya okyanuslarına yayılmaya çalışması, dünya tarihinde yeni bir dönemin habercisidir. Çin kara uygarlığından deniz uygarlığına geçmektedir. Zira bir deniz gezegeni olan dünyamızda jeopolitik liderliğin başka bir yolu yoktur. (En azından teknolojik gelişmelerin uzay egemenliğine olanak sağlayacağı yeni bir döneme kadar)
Çin’in başarısı
Geçenlerde bir yatçılık dergisinde güney okyanusunu 2012 yılı sonunda ilk kez tek başına durmaksızın geçen Çinli bir yelkencinin haberini okuduğumda bu değerlendirmem daha da güçlendi. Meraklıları bilir. Durmaksızın ve tek başına, 16 metrelik bir yelkenli ile Güney Okyanusu’nun çevresini (15 bin deniz mili) dolaşmak, dünya denizciliğinin en prestijli ve görkemli başarılarından birisidir. Böylesine zorlu bir deniz maratonunu ancak sayılı denizci ülke insanları başarabilir. Yüz yıl öncesinin çiftçi ve fakir Çin’i bugün ekonomik kalkınma ve denizcilikte eriştiği üstün seviyeyi sportif alandaki bu görkemli başarısı ile dünyaya ilan ediyor. Çok ciddi bir halkla ilişkiler ve propaganda kazanımıdır. Çin denizde lider olmadan, deniz ticaret rotaları ve kritik düğüm noktalarının (choke points-boğazlar, kanallar, rota birleşme noktaları vb.) kontrolünü ele geçirmeden veya bu alanlarda ABD’ye meydan okuyamadan süper güç olunamayacağını çok iyi biliyor. Gelelim Türkiye’ye.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Donanma ruhu


Bugün, 2013 Yüksek Askeri Şura’sının son günü. Bu satırları sabah okurken, bir yıl önce ben dahil 13 Amiralin başına geldiği gibi, Deniz Kuvvetlerinin nice seçkin Amiral ve Albayı Balyoz ve Askeri Casusluk Tertipleri sonucunda çok sevdikleri Deniz Kuvvetlerinden tasfiye edilmiş olacaklar. Eminim ki, geçen sene olduğu gibi bu sene de başta Deniz Kuvvetleri Komutanı olmak üzere hiçbir YAŞ üyesi Oramiral/Orgeneral bu vicdansız ve kanunsuz tasfiyelere muhalefet şerhi bile düşmeyecekler. Ne de olsa Türkiye normalleşiyor. Hukuk işliyor. İleri demokrasi gereği askeri vesayet kalkmış. Yerine polis ve sahte davalara dayalı yandaş yargı vesayeti gelmiş. Ne gam! Kimin umurunda!
Bu sene Mart ayında, Kırmızı Kedi Kitapevinden piyasaya çıkan “Hedefteki Donanma” isimli kitabımda detaylı olarak Cumhuriyet Donanmasının neden hedef olduğunu stratejik ve uluslararası politika boyutlarıyla anlatmaya çalışmıştım. Özellikle bu köşeyi takip edenler, yazılarımda dile getirdiğim Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları mücadelesinin, bu saldırıdaki rolünü hatırlayacaklardır.
Neden en iyi denizciler hedefte?
Donanmanın 40 seçkin amirali ile A takımı sayılacak geleceğin Amiral adayı 400’ü aşkın deniz subayı isimli davalar ile mahkeme salonları ve hapishanelerde sahte delil ve iftiralar sonucu aileleri ile birlikte tasfiye ediliyor ve acı çekiyor. Bu seçkin denizciler neden hedefte? Neden bazı karanlık hıyanet odakları bu denizcileri yok etmek istiyor? Cevabı çok basit. Onlar sadece çok iyi denizci ve gemi komutanı değiller. Aynı zamanda Mustafa Kemal ruhu taşıyan ulusal çıkarlarımızı her seviyede ve kapsamda koruyabilen, strateji ile doktrin üretebilecek bilgi ve tecrübe birikimine sahip vizyoner yüksek şahsiyetler.
Türk denizcilerin üstünlüğüne mukayeseli bir örnek
Şimdi size bu denizcilerin üstünlüğü ile ilgili mukayeseli bir örnek vereyim. Alman Donanması dünya denizaltıcılık tarihini yazmış bir donanmadır. Her iki dünya savaşında yaşadıkları bugün dünyanın tüm deniz kurmay akademilerinde ders olarak öğretilir. Günümüzde de Alman konvansiyonel denizaltı inşa yeteneği “primus inter pares” statüde büyük bir şöhrete sahiptir. Özellikle son 20 yılda piyasaya çıkan havadan bağımsız tahrikli (HBT-AIP) denizaltı teknolojisinde öncülüğü devam etmektedir. Bu sene Şubat ayı sonunda Alman Donanmasına ait U 32 isimli HBT’li bir dizel elektrik denizaltı, Almanya’dan Mayport-Florida/ABD’ye gitti. Burada Temmuz ayı sonuna kadar kalarak, Amerikan donanmasına eğitim yardımcısı olarak görev yaptı. Bu görevle ilgili olarak, dünyanın en yaygın ve saygın askeri dergilerinden birisi olan Janes Navy International’ın Haziran 2013 sayısında uzunca bir makale yazıldı. Makaleye göre denizaltı Atlantik’teki Azor adalarından Florida/Mayport’a kadar dalarak gitmiş ve kabaca 3000 millik bu seyri 18 günde tamamlamış. Bu seyirde yanında Elbe sınıfı Main isimli 5000 tonluk bir refakatçi yardımcı sınıf gemi varmış. Bu seyir ve dalışta geçen 18 gün bir rekormuş. Bu olay öyle bir anlatılmış ki konuyu bilmeyenler haberden etkilenebilirler. (Bu arada Türk denizaltıcılarının Akdeniz’deki bazı görevlerde 36 gün satıh yapmadan sualtında kaldıklarını da hatırlatayım.) Hâlbuki U-32 dünyanın en emniyetli okyanusunda (tüm kuzey sahilleri NATO ülkeleri sorumluluk ve arama kurtarma bölgesi içinde kalıyor) seyir yapıyor. Yanında refakatçi bir su üstü gemisi var. Yani işin büyütülecek hiçbir yanı yok.
Açık denizlere ve okyanuslara çıkışı coğrafi olarak başka ülkelerin kontrolünde olan deniz alanlarından geçen Türkiye, coğrafyadan kaynaklanan bu dezavantajını dengelemek için bünyesinde denizaltı silahına özel bir önem vermiştir. Cumhuriyet Donanmasının kuruluşundan başlayarak günümüze kadar takip edilen strateji ve silahlanma programlarıyla bugün için Denizaltı Filomuz, sahip olduğumuz denizaltı sayısı ve bu denizaltılarda mevcut teknoloji ile Türk Deniz Kuvvetlerinin stratejik sonuçlar alabilecek bir unsuru olmuştur. Ancak isimli davalarla kendi parlamentomuz ve hükümetimizin gözü önünde büyük bir baskın yemiştir. 24 gemi komutanı ve komodoru ile önceki 5 Denizaltı Filosu komutanı hapiste olan Türk denizaltıcılarının her biri isimli dava tutsağı diğer denizciler gibi birer başarı öyküsüdür. İşte bu denizaltıcılar içinde 1983 Deniz Harp Okulu mezunu, Deniz Kurmay Albay Bülent Kul’u yukarıda anlattığım Alman denizaltıcılarının abartılan başarısına mukayeseli bir örnek olarak ayrı bir yere koyuyorum. Halen Askeri Casusluk tertibinden İzmir /Şirinyer’de bir yılı aşkın süredir tutuklu. Nedir Albay Bülent Kul’un özelliği?
1997 Aralık-1998 Şubat ayları arasında o zamanki rütbesi ile Binbaşı Kul, henüz 5 yaşındaki TCG Preveze denizaltımızı Gölcük’ten Malezya’nın Langkawi limanındaki uluslararası silah fuarına götürüp getiren gemi komutanı olmuştu. Alman U 32’nin haberini okuyunca hatıralar okyanusunda o günlere geri gittim. TCG Preveze, 3,5 ay süren, seyir tehlikeleri ve fırtınalarla dolu 14 bin millik Hint Okyanusunu seyrinden tek bir arıza, tek bir kaza ve olay olmadan Gölcük’e başarıyla geri dönmüştü. Hepsinden önemlisi bu seyirde yanına refakatçi gemi verilmemişti. Bu seyirde dikkat çeken özellik, seyir yapılacak bölgenin Türk Deniz Kuvvetlerinin bugüne dek alıştığı ve aşina olduğu NATO’nun etki alanındaki, Akdeniz veya Atlantik Okyanusu havzası gibi bir havza olmamasıydı. Yani, bir arıza veya ciddi hastalık durumunda müdahale seçenekleri kısıtlıydı. (Denizaltı gemilerinde doktor olmadığını ayrıca belirteyim.) Gemi bu seyrin dörtte üçünü dalmış halde gerçekleştirdi.
İngiliz Birinci Deniz Lordu Amiralin hayreti
Ben aynı dönemde TCG Gaziantep Firkateyni komutanı olarak gemimle birlikte 6 hafta süreli bir tatbikat/eğitim için İngiltere’de bulunuyordum. Gemimi Portsmouth’da ziyarete gelen İngiliz Deniz Kuvvetleri Komutanı (Birinci Deniz Lordu) Oramiral Jock Slater, TCG Preveze’nin bu seyri ile ilgili olarak bana Türkiye’de inşa edilmiş bir denizaltının tek başına (refakatsiz) Hint Okyanusuna böylesine uzun bir seyre gönderilmesinin büyük bir başarı hikâyesi olduğunu; refakatsiz bir dizel elektrik denizaltıyı bu kadar uzun bir seyre göndermeye her donanmanın cesaret edemeyeceğini söylemişti. Ben de gerek Deniz Kuvvetleri Komutanı gerekse gemi komutanının Türkiye’de inşa edilmiş bir denizaltıya ve personeline güvenlerinin ne denli büyük olduğunun, bu seyirle ispat edildiğini söylemiştim. Aynı yıllarda 1997-2001 arasında diğer denizaltılarımız (TCG Sakarya, TCG 18 Mart, TCG Preveze ve TCG Anafartalar) Manş Denizi’nde Kraliyet Donanması ile icra edilen 6 hafta süreli eğitimlere fiili denizaltı desteği sağlamışlardı. Onlar için çoğu dalışta geçen kabaca 3000 millik bir seyirle Gölcük’ten Manş Denizine gitmek, İskenderun’a gitmekten farksız hale gelmişti. Şimdi bu başarılara imza atan gemi komutanlarının çoğu hapiste.
Vatan görevine devam
Tüm savaş gemilerinde olduğu gibi denizaltıcılar arasında takım ruhu yaratılması önemli bir yer tutar. Küçücük bir çelik tüp içinde, denizlerin yüzlerce metre altında görev yapan ve hayatları birbirlerinin dikkatine bağlı olan kişiler için takım ruhu bir gerekliliktir. Bu gereklilik yaşamlara o denli nüfuz etmiştir ki, denizaltıcılar Atılay ve Dumlupınar’da vatan görevi sırasında şehit olan ve görevden dönemeyen personelin bile aralarından ayrıldığını kabul etmez ve adları geçtiğinde onların ‘’halen vatan görevinde’’ olduğunu söylerler. Her Çanakkale Boğaz geçişinde derinlerde yatan şehitlerimizi sualtı telefonu ile selamlarlar. Türk Denizaltıcıları diğer tüm tutsak Cumhuriyet Donanması denizcileri gibi yurdumuzu çevreleyen mavi vatanımızda olduğu kadar, Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe ve Şirinyer’de halen vatan görevlerine devam ediyorlar.
Bu tertiplerin hesabını nasıl vereceksiniz?
Almanların 3000 millik Atlantik seyrini yere göğe sığdıramadıkları 2013 yılında Türk denizcilerinin düşürüldüğü sefil duruma bakar mısınız? Bu kadar başarılı bir donanmaya tertip kuranlar ve bu tertiplere göz yumanlar, YAŞ kararlarında bir muhalefet şerhini koymaktan çekinenler gelecekte ahlaki, vicdani ve hukuki bu muazzam yükün altından nasıl kalkacaksınız?
Mustafa Kemal ruhu, zamanın ruhunun her zaman üstündedir
Sanıyor musunuz ki, bu tasfiyeler Donanmanın ruhuna, aklına, kalbine ve genlerine işlemiş Mustafa Kemal ruhunu yok edecek. Onun ateşinin sönmeyeceğini Haziran ayında görmediniz mi? Ateş siz söndürmeye çalıştıkça daha da büyüyor ve güçleniyor. Unutmayın, zamanı durduramazsınız. Mustafa Kemal ruhu, zamanın ruhunun her zaman üstündedir.

2 Ağustos 2013 Cuma

Sahil güvenlik komutanlığı artık açık denizlerde


Modern Türk tarihinin en büyük ihaneti sayılabilecek isimli dava (Ergenekon, Poyrazköy, Kafes, Balyoz, Askeri Casusluk) tertipleri ile Türk Deniz Kuvvetlerinin komuta yapısı çökertildi. Deniz Kuvvetlerinin 40 Amirali ve 400’e yakın deniz subayı/astsubayı hapishaneler ve mahkeme salonlarında tutsak edilirken, bu süreçten şüphesiz onun ayrılmaz parçası olan Sahil Güvenlik Komutanlığı da payını aldı. Tutuklular ve mahkemelerde sanık olarak yargılananlar arasında Sahil Güvenlik Komutanlığı’na bağlı subaylar da var. Emperyal kurgu ve onun yerli işbirlikçisi hainler, Deniz Kuvvetlerinin ve Sahil Güvenliğin enerjisini Mustafa Kemal ruhundan alan gelişim sürecini sözüm ona mevcut ve gelecekteki komuta yapısını çökerterek önleyeceklerini sanıyorlar. Sanmaya devam etsinler. Mustafa Kemal ruhunun tüm Türkiye’de ölümsüz olduğunu onlar da yaşayarak öğrenecekler.
Kökleri, 1859 yılında kurulan Rüsumat Emaneti teşkilatına kadar giden Sahil Güvenlik Komutanlığı, 1982 yılında kuruldu. 1982 öncesinde son olarak Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlıydı. 2692 sayılı kuruluş kanunu ile barışta İçişleri Bakanlığı’na, savaşta Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlanarak görev yapan komutanlık, karasuları, münhasır ekonomik bölge ve arama kurtarma bölgelerini kapsayan toplam 377.714 km2 lik “mavi vatan”ın tamamında asayiş, deniz güvenliği, denizde emniyet, deniz kirliliği ile mücadele ve can kurtarmadan sorumludur. Bu görevlerini 8333 km’lik kıyı şeridimizde, Hopa’dan, İskenderun Çevlik’e kadar 63 ayrı üs ve limanda konuşlu 2 açık deniz gemisi, 117 bot ve 24 taşınabilir bot, 3 deniz karakol uçağı ve 10 helikopter ile sürdürüyor.
Açık Deniz Arama Kurtarma gemileri neden önemli?
Sahil Güvenlik, 5 Nisan 2013 tarihinde 1700 tonluk, İtalyan “Ciriu” sınıfı dört adet açık deniz arama kurtarma gemisinin ilk ikisini oluşturan TCSG Dost (701) ve TCSG Umut’u (703) filoya kattı. Bu önemli proje 2005 yılında başlatılmıştı. İtalyan Fincantieri Tersanesi ortaklığı ile Tuzla’daki Koç-RMK Marine Tersanesi’nde yürütülen projenin son iki gemisi TCSG Güven ve TCSG Yaşam’ın inşası devam ediyor. Yüzde 40 yerli katkı payı ile tamamlanan 1700 tonluk korvet büyüklüğündeki gemiler İtalyan AB 412 tipi helikopter taşıyabiliyor. Bu gemilerin Sahil Güvenliğe katılması denizciliğimiz için devrimsel önemdedir.
Deniz güvenliği öne çıkıyor
Son 15 yılda özellikle Tuzla/Yonca Onuk Tersanesi ürünü çok maksatlı süratli müdahale botlarının envanterine girmesi ile birlikte Sahil Güvenlik önemli bir atılım yaptı. Özellikle 11 Eylül sonrası dönemde bütün dünyada olduğu gibi güvenlik kavramı savunma kavramının önüne geçtiği için Sahil Güvenliklerin önemi tüm dünyada arttı. Ancak güvenliğe yönelik denizde kolluk görevleri ile denizde arama/kurtarma arasında bir denge kurulması gerekiyordu. Türkiye denizcileştikçe denizde arama/ kurtarma sorumluluğu giderek artıyor. Artık mavi vatanda daha çok balıkçı, daha çok ticaret gemisi ve daha çok amatör denizci teknesi hareket halinde. Bu gemilerdeki/teknelerdeki denizciler için tehlike durumlarında arama kurtarma sorumluluğu Sahil Güvenlik Komutanlığı’na ait. Bu sadece hukuki bir sorumluluk değil aynı zamanda devlete itibar sağlayan bir faaliyet. Avustralya’nın 1997 ve 2012 yıllarında anavatanından 3 bin mil ötede güney okyanusunda gerçekleştirdiği kurtarma harekatı Avustralya’ya büyük prestij sağladı. Diğer yandan denizlerimizde yasa dışı faaliyetlerin önlenmesi de ulusal refah ve güvenliğimiz için olmazsa olmaz bir sorumluluk. Ancak Sahil Güvenlik Komutanlığımızın kuvvet yapısına bakıldığında açık deniz arama kurtarma gemilerinin hizmete girişine kadar, kolluk tipi görevlere daha fazla ağırlık veren platform yapılanması göze çarpıyordu.
Küçük tonajlı ve çok yüksek süratli tekneler yasa dışı tekneleri yakalamak için ideal iken, başta Karadeniz olmak üzere çoğunluk fırtınalı geçen kış aylarında açık denizde arama kurtarma yapmaya uygun değiller. Zira fırtınada denize çıkamıyorlar. O zaman da Deniz Kuvvetlerinin büyük tonajlı korvet ya da firkateynlerinden yardım talep ediliyor. Uzun bir bürokrasi sonucu söz konusu yardım gerçekleştiğinde ise çoğu kez geç kalınıyor.
Açık Denizde Arama Kurtarma Sahil Güvenlik sorumluluğunda
İşte 1700 tonluk helikopterli bu gemiler ile artık fırtınalı ağır deniz şartlarında bile açık denizde arama kurtarma görevleri gerçekleştirilebilecek. Bu yeteneğin kazanılmasının Ege Denizi’nde siyasi sonuçları da olacak. Şimdi bu konuyu biraz açalım.
BM Uluslararası Denizcilik Örgütü (IMO), Türkiye’nin de taraf olduğu Hamburg Sözleşmesi gereği dünya denizlerinde tehlikede bulunan gemi ve kişilere yardımda bulunmak üzere ülkelerin deniz/hava arama kurtarma sahalarını belirlemesini gerekli kılar. Devletler bu sahalarda yardım talep edenlere bir kamu hizmeti olarak can kurtarma (mal kurtarma değil) hizmeti vermekle yükümlüdür. Türkiye, 1982 yılında IMO’ya ve dünyaya çevre denizlerindeki arama kurtarma sahalarını deklare etti. Bu sahaları içeren Türk Arama Kurtarma Yönetmeliği, 7 Ocak 1989 tarihinde yürürlüğe girdi. Söz konusu yönetmelik 1997 ve 2001 yıllarında güncellendi. Bu sahalarda SAR sorumluluğu Sahil Güvenlik Komutanlığı’na aittir.
Ege ve Doğu Akdeniz’de SAR sahası sorunu
Buraya kadar her şey normal gözükebilir. Ancak işin içine Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi girince sorun başlıyor. Türk, Yunan ve Kıbrıs Rum sahaları çakışıyor. Yunanistan Türk karasuları hariç “tüm Ege benim” derken; Türkiye, Ege’nin ortasından geçen 25° Doğu boylamının (Orta Ege’den sonra Rodos’a doğru inen ve Doğu Akdeniz’de kabaca KKTC-GKRY sınır hattının geçtiği enleme bağlanan) hattın doğusunda (Doğu Akdeniz’de kuzeyinde) kalan açık deniz alanlarını kendi arama kurtarma sahası olarak ilan etti. Karşılıklı itirazlar sonucu, Yunanistan ile aramızda Arama Kurtarma (SAR) sahaları sorunu da başlamış oldu. Benzer sorun Kıbrıs adası civarında GKRY ile yaşanıyor. Diğer taraftan, Ege açık deniz alanlarındaki kazalara avantajlı adalar coğrafyası nedeniyle onlar kolayca müdahale edebiliyordu. Şimdi, 1700 tonluk bu gemiler sayesinde siyasi sonuçları da olan Ege’nin açık deniz alanlarındaki deniz kazalarına artık Türk sahil güvenlik gemilerinin her hava koşulunda müdahale yeteneği artacak. Halen Donanma gemilerinin yaptığı Akdeniz Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) karakollarını bu gemiler de icra edebilecek.
Dışişleri AB şikâyetine işlem yapmadı
Diğer taraftan bu yeteneğin Ege’deki kullanımı kadar Doğu Akdeniz’deki kullanımı AB ve ABD’yi rahatsız edebilir. Unutmayalım ki, 2009 Türkiye AB İlerleme Raporu’nda Deniz Kuvvetlerimiz Doğu Akdeniz’de hak sahibi olduğumuz alanlarda Rum Araştırma Gemilerini rahatsız ediyor diye şikâyet edilmiş, bu şikâyete hükümet hiçbir tepki vermemişti.
Bu süreçte Dışişleri Bakanlığı’nın da AB’ye hiçbir protestosu olmamıştı. Aksine daha sonra ortaya çıkan Wikileaks belgelerinde bazı Dışişleri yetkililerinin ulusal çıkarlarımızı ilgilendiren konularda AB/ABD gibi düşündükleri ortaya çıkmıştı. Türk Dışişleri yetkilisi Elçi Çağatay Erciyes’le yapılan bir görüşme sonrası, 13 Ocak 2010 tarihinde gönderilen bir raporda Dışişlerinin Türk Silahlı Kuvvetleri’ne Ege’de Kardak benzeri egemenliği Yunanistan’a devredilmemiş tartışmalı adacık ve kayalıklar üzerinde icra ettiği uçuşları durdurması için baskı yaptığını Amerikan Büyükelçiliği Washington’a şöyle rapor ediyordu: (Barış Terkoğlu -Wikileaks’te Ünlü Türkler, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2012, Sayfa 222): “Türk Dışişleri, Yunan adaları üzerinden (Kardak benzeri formasyonları kastediyor) uçuşların Atina ile ilişkilerin düzelmesi çabaları açısından verimsiz olduğunu biliyor ve orduya bu manevraların azaltılması yönünde baskı yapıyor.” Rapordan bir ay sonra, 24 Şubat 2010’dan itibaren Ege, Doğu Akdeniz ve Karadeniz’deki deniz çıkarlarını koruyan kritik görevdeki Amiraller sahte deliller ile Balyoz tertibi sayesinde demir parmaklıkların ardına atıldı.
Sahil Güvenlik Komutanlığı hayati önemdedir
Kanaatimce gelecekte Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın refah ve güvenliğimize yönelik oynayacağı rol ve üreteceği katma değer, Deniz Kuvvetlerine eş değerde ve hayati olacaktır. Sahil Güvenlik Komutanlığı ayrıca halkla iç içe görev yapan bir Komutanlık olduğundan, Türkiye’nin denizcileşmesine doğrudan katkı sağlayabilecek özelliklere sahiptir. Diğer taraftan Sahil Güvenliğin AB uyum süreci içinde Entegre Sınır Yönetim Sistemi aldatmacası içinde mevcut yapısının bozularak, kurumsal denizcilik birikimi olmayan Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı bir yapıya dönüştürülmesi çabaları da devam ediyor. Bu şekilde Sahil Güvenliğin aynen polis teşkilatında olduğu gibi siyasallaşacağı bilinen bir gerçek. Savaş zamanı Deniz Kuvvetleri emrine girecek sahil güvenliğin mevcut yapısı ile oynamak, Türkiye’nin geleceğine, çevre denizlerindeki siyasetine ve çıkarlarına büyük hasar verir. AB sürecinin sulandırıldığı bu günlerde AB’yi bahane ederek Sahil Güvenliğin omurgası ile oynamak kimseye yarar sağlamaz.