28 Aralık 2014 Pazar

Hindistan’ın Nükleer Donanması ve ŞİÖ


Description: IMG_0131 


Mavi Vatan

Amiral Cem Gürdeniz
Hindistan’ın Nükleer Donanması ve ŞİÖ
Geçen hafta başında Hindistan, ulusal olanakları ile inşa ettiği ilk nükleer takatli, nükleer balistik füze denizaltısı (SSBN) INS Arihant’ın seyir tecrübelerine başladı. Hindistan, 1970 yılından bu yana SSBN geliştirmeye çalışıyor. INS Arihant’ın inşasına 2009’da başlanmıştı. Altı adet inşa edilmesi planlanan bu sınıf denizaltılar hizmete girdiğinde, ülkenin stratejik nükleer yeteneğinin en önemli bacağı tamamlanmış olacak. Zira daha önceden de yazdığımız gibi bu tip denizaltılar (SSBN), ikinci darbe yeteneği sağlayarak, nükleer savaşın lehte sonuçlanmasına hizmet ediyor.
Hindistan Donanması Birinci Ligde. Bu sınıf gemileri dizayn ve  inşa edip, etkinlikle kullanmayı hedefleyerek, Hindistan birinci lig askeri güçler arasındaki yerini alıyor. Bu projenin varlığı, henüz 1998 yılında nükleer güç olan Hindistan’ın savunma sanayi ile askeri araştırma ve geliştirme yeteneklerinin de çapını sergiliyor. Diğer taraftan bu sınıf gemilerin nükleer reaktörünün Rus teknik yardımı ile yapılıyor olduğunu belirtelim. Geminin  ana tasarımının da Rus yapımı Akula sınıfı nükleer denizaltıyı örnek alması,  Hindistan’ın askeri teknoloji alanında Atlantik yapıdan çok, Rusya’ya bağımlı ve çok yakın olduğunu gösteriyor. Bu durum 21nci yüzyıl dengeleri için doğal olarak çok büyük önem arz ediyor.
Hindistan Meydan Okuyor. Tarihte ilk kez BM Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesi (ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere) dışında bir ülke SSBN sahibi oluyor. Her ne kadar geminin teslim töreninde Hint Başbakanı bu sınıfı gemilerin barış için kullanılacağını açıklamışsa da, 6000 tonluk geminin isminin ‘düşmanı yok eden’  anlamına geldiği de gözlerden kaçmıyor. Geminin tecrübeleri yaklaşık 2 yıl sürecek. Bu süreçte çıkarılan dersler üzerinden sağlanacak geri besleme, diğer beş geminin inşasında kullanılacak. Gemide denizaltıdan fırlatılan balistik füze  (SLBM) olarak, 12 adet K-15 füzesi kullanılacak. Sualtından fırlatılma yeteneği olan bu füzeler, 750 km. menzile sahip. Gelecekte bu füzelerin 3500 km. menzilli K-X füzeleri ile değiştirilmesi planlanıyor. Gemi, halen Hindistan’ın doğu sahilinde Visakhapatnam’da bulunuyor.
Günümüzde kıtasal deniz gücü olabilmenin anahtarı iki platformda saklıdır. Birincisi uçak gemisi diğeri de nükleer denizaltıdır. 1,2 milyar insanla dünyanın en kalabalık ikinci ülkesi olan Hindistan, bugün her iki unsura da sahiptir.
Hindistan ŞİÖ’ye tam üye olurken. Diğer taraftan 2014 Ekim ayı içerisinde Tacikistan’ın Duşanbe şehrinde gerçekleştirilen 14. Şanghay İşbirliği Örgütü –ŞİÖ Liderler zirvesinde Hindistan, İran ve Pakistan’ın gözlemci statüden tam üyeliğe geçiş sürecinin başlatılmış olması, ŞİÖ’nün jepolitik etki alanını genişletecek. Karar 2015 Eylül ayında Rusya’da yapılacak zirvede onaylanacak. Şüphesiz Hindistan’ın ŞİÖ’ye tam üye yapılması gerek bölgesel, gerekse küresel istikrar için çok büyük yarar ve etki sağlayacaktır. Bu yeni gelişme ABD için ciddi bir jeopolitik alan kaybıdır.  ABD, Çin’in Hint Okyanusunda sürekli varlık göstermesinden ve deniz gücü erişim çapını büyütmesinden rahatsız. Çin, dünya deniz ticaretinin yarısının geçtiği suları kontrol ediyor. Çin’in son 40 yıldır nükleer donanmaya sahip olması ve 2012’den sonra uçak gemisi işletmeye başlaması bu rahatsızlığı ileriye taşıyor. Hindistan’ın deniz gücü yeteneği ile Çin’e karşı bir risk ya da tehdit oluşturması, ABD’nin bir beklentisiydi. Ancak Çin ve Rusya’nın Hindistan’ı ikna ettikleri son ŞİÖ manevrası, ABD’nin bu amaca erişimini zorlaştıracaktır.
ŞİÖ Nükleer bir Deniz İttifakına Dönüşüyor. ŞİÖ’nün 21’nci yüzyılda küresel ticaretin ana odağı olan Avrasya’nın Kuzey, güney ve doğusunu kontrol eden deniz alanları ile 21’nci yüzyılın yeni bir deniz ittifakına dönüştüğünü ve Avrasya’nın batısındaki NATO’yu şimdilik askeri alanda olmasa bile, siyasi ve ekonomik alanda dengelemeye başladığını (İran ve Suriye krizlerinde yaşandığı üzere) söylemek yanlış olmayacaktır. Asya yüzyılı olduğu ilan edilen 21’nci yüzyılda ŞİÖ, Avrupa–Atlantik yapının artık okyanuslarda da en büyük rakibi haline dönüşüyor.  20’nci yüzyılda dengeler, BM Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesinden geleneksel emperyalist statüde olan ABD, İngiltere ve Fransa tarafından birlikte tayin edilirken, Sovyetler Birliği (Rusya) ve Çin azınlıkta kalıyordu. Söz konusu beş daimi üye aynı anda  SSBN sahibi olmasına rağmen, emperyal üç ülkenin denizler altındaki nükleer füze yeteneği Sovyet ve Çin yeteneklerinden fazlaydı. Hindistan’ın gerek ŞİÖ manevrası, gerekse nükleer balistik füze denizaltı (SSBN) hamlesi 21’nci yüzyılda dengelerin batı karşısında ilk kez Asya lehine dönmesinde çok büyük rol oynayacaktır.


21 Aralık 2014 Pazar

ABD Donanmasının Etik Sorunu ve Kumpas Davalar

Description: IMG_0131 


Mavi Vatan
Amiral Cem Gürdeniz
ABD Donanmasının Etik Sorunu ve Kumpas Davalar
ABD Silahlı Kuvvetlerinde 80’li yıllardan itibaren, kadın erkek eşitliği politikası sonucunda her üç kuvvete yoğun kadın personel alımı yapıldı. Bu durum, günümüze kadar artarak devam eden silahlı kuvvetlerde cinsel taciz sorununu ortaya çıkardı. 2011 yılında Newsweek dergisinin yaptığı bir araştırmaya göre, ABD Silahlı Kuvvetlerinde bir kadın personelin cinsel tacize uğrama olasılığı, silahlı bir çatışmada öldürülme olasılığından daha fazlaydı.
Nükleer denizaltıda cinsel taciz. Bu makaleyi yazmama neden, geçen hafta ABD Deniz Kuvvetleri Enstitüsü (USNI) internet portalında yer alan bir haber oldu. ABD’nin nükleer balistik füze denizaltılarından (SSBN) USS Wyoming’de gemi personelinden 12 kişi, gemide görev yapan asker bayan personeli duş kabinlerine yerleştirdikleri kameralar ile 10 ay boyunca  gözetleyip, görüntülerini kaydetmişler ve bu görüntüleri gemide paylaşmışlar. Geçen haftaki yazımızda nükleer balistik füzeler taşıyan nükleer takatli denizaltıların stratejik ve hatta jeopolitik önemine vurgu yapmıştım.  Dünyanın en gelişmiş nükleer denizaltı filosuna sahip ABD Donanmasının, tek başına pek çok ülkenin değil nüfusunu yok etmek, coğrafyasını değiştirebilecek termonükleer ateş gücüne sahip bir denizaltısındaki etik değerlerin durumu, görüldüğü üzere pek de iç açıcı değil. ABD Donanmasının en seçkin birliğinde görev yapmak üzere yetiştirilen gemi personelinin, kendi silah arkadaşlarına bu tip bir davranış sergilediği bir psikososyal ortamda,  düşman ya da rakip statüsündeki ötekilere neler yapılabileceğini kestirmek pek de zor değil.
Tüm bu veriler bir araya geldiğinde zihinlerde İstanbul ve İzmir Askeri Casusluk davaları canlanıyor.
Anlatacağım…
ABD Silahlı Kuvvetlerinin Bozuk Sicili. 2012 yılında ABD Silahlı Kuvvetlerinde rapor edilen ve soruşturma yürütülen 3374 cinsel taciz vakası yaşandı. Bunlar sadece rapor edilen olayların sayısı. 2012 yılında yapılan bir ankete göre, silahlı kuvvetlerde 26 bin askeri personelin sözlü saldırıdan, tecavüze kadar değişik tarzda cinsel tacize uğradığı tahmin ediliyor. Böylece her gün 55 olay yaşanıyor. Tacizlerin çoğunluğunun rapor edilmeyişin ana nedeni olarak, korku ve intikam beklentisi gösteriliyor. Bu sayının azaltılması, Obama Hükümetinin en önemli önceliklerinden birisi haline geldi. Obama, mevcut önlemler yetmiyorsa, ek reformlara başvurarak bu suçu yok etmeyi hedeflemiş görünüyor.
ABD yakın tarihinde, 1991’de Deniz Kuvvetleri Tailhook; Kara Kuvvetleri 1996’da  Aberdeen ve  Hava Kuvvetleri 2003’de  Hava Harp Okulu cinsel taciz skandallarıyla sarsıldı. New York Times dergisi, 2007 yılında yaptığı bir araştırmada, Irak’ta OIF (Irak’a Özgürlük Harekatında) savaşan Amerikalı kadın asker personelin yaşadığı travma sonrası stres sendromunun (PTSS) bir nedeni savaş ise, en az onun kadar önemli olan diğer bir nedenin cinsel taciz olduğunu ortaya çıkarmıştı. Savaşa katılan kadın personelin yüzde 15’i tecavüz dahil, değişik tipte cinsel travma yaşadıklarını belirtmişlerdi.
Artan tacizler bir liderlik sorunu. ABD Silahlı Kuvvetlerinde ve özellikle donanmada günümüzde de en büyük sorun, cinsel taciz olmaya devam ediyor.  Tabi bu durum, liderlik ve yönetim zafiyeti gösterdikleri için gemi komutanlarının cezalandırılmalarına ve hatta görevden alınmalarına yol açabiliyor. Sadece 2013 yılında, 16 gemi komutanı çoğunluk cinsel taciz nedeniyle görevden alındı. Görevden almanın bir diğer nedeni de, karaya oturtma ya da başka gemi ile çatma yaşanmasında görülen kusurlardan kaynaklanıyor. Örneğin bu sene Şubat ayında, Samsun limanında Amerikan firkateyni USS Taylor’u karaya oturtan gemi komutanı derhal görevden alınmıştı.
ABD Donanmasında gemi sayısı 1916 yılından bu yana en düşük seviyeye gerilerken, görevden alınan komutan sayısı tüm zamanların rekorunu kırıyor. Sadece gemi komutanları değil, karadaki birlik komutanları ile gemilerin ikinci komutanları ve gemi kıdemli astsubayları da sık sık görevden alınanlar arasında. Son olarak donanmanın en seçkin birlikleri arasında yer alan Mavi Melekler (Blue Angels) hava akrobasi timi lideri ve yardımcı pilotları da cinsel taciz suçlamasıyla görevden alındı.
Kumpas Davalarda Kopya Senaryolar. Kumpas davalarla paralel yapı tarafından Türk Deniz Kuvvetlerinin her biri birbirinden temiz, namuslu ve onurlu amiral ve subaylarına alçakça iftiraları atanların, hazırladıkları gerçek dışı senaryolarda Amerikan donanmasında ve özellikle Amerikan Deniz Harp Okulu’nda geçmiş yıllarda gerçekten yaşanan cinsel taciz olaylarına benzer senaryoları sıralamış olmaları, senaryo yazarlarına –bugünün moda deyimi ile- bir üst akılın yol göstermiş olabileceğini düşündürüyor.  Belki de kumpasçılara, Amerikan donanmasında yaşanıyorsa bu tip ahlaksızlıklar nasıl olsa Türk donanmasında da yaşanıyor olabilir diye yol gösterilmiş olabilir. Yanıldıkları en önemli husus, Türk denizcisinin sarsılmaz ve başkasıyla kıyaslanamaz üstün ahlak anlayışıdır. Kumpasçıların alçak iftiralarının nasıl yerlerde sürünüyor olduğunu görmek isteyenler, Askeri Casusluk Davalarının mahkeme tutanaklarına baksınlar. 52 yaşında bir kadının bekâret raporu sunması vicdanları kanatan bu adi senaryonun nasıl çöktüğünün açık bir kanıtı değil mi? Hal bu iken hala İstanbul Askeri Casusluk davasında 5 tutuklu bulunmakta. 43 subay/astsubay hakkında da tutuklama kararı mevcut ve üzerlerine atılan çirkin iftiralardan kurtulabilmek için Anayasa Mahkemesinin kararını beklemekteler!
Üst akılın yönlendirmeleri, Balyoz kumpasının düzmece belgelerinde de Türkçede hiç kullanılmayan deyimler ve kelimeler ile göze çarpmıştı. (Denize atmak deyimi yerine okyanusa atmak, ya da telsiz muhaberesi yerine radyo muhaberesi, vb. gibi) Paralel yapının tercümanları ve senaryo yazarları kendilerine o kadar güveniyorlardı ki, bunları bir elekten geçirmeye bile tenezzül etmemişlerdi.
Bugün kumpasçılar attıkları iftiraların çamurunda sürünüyorlar. Ancak unutulmamalıdır ki, Deniz Kuvvetlerinin tertemiz personeli için uydurdukları akıl almaz ahlak dışı senaryolarla iftiralar sonucu kıyılan hayatlar ve çekilen acılar, bahriyeyi geleceğe daha da güçlü hazırlayacaktır. Onlar meslektaşlarına karşı işledikleri ağır ihanet suçunun bedelini er veya geç öderken, Bahriye bu ihanetten mutlaka, ama mutlaka ders çıkaracaktır. Denizin pislik tutmayacağını ve denizde iftiraların yüzemeyeceğini, kumpası kuranlar kadar, kumpasa sessiz kalan yetkililer de öğrenmelidir. İmzasız iftira mektuplarına dört elle sarılan sözde komutanlar, vicdanları ile baş başa kaldıklarında, ruhlarını huzura kavuşturacak tek şey, bu gerçeği öğrenmeleri ve bahriyenin bugünü ve geçmişinden özür dilemeleridir. Yoksa onlar salt gerçeğe dayanan yarım asırlık silah arkadaşlığını ve muazzam bir kurumsal kültürü iftiralara kurban etmenin vicdan azabını çekmeye devam edeceklerdir.


14 Aralık 2014 Pazar

Denizler Altında Nükleer Mücadele


Description: IMG_0131 


Mavi Vatan

Amiral Cem Gürdeniz
Denizler Altında Nükleer Mücadele
Geçen haftalarda Kuzey Kore’nin artık demode olmuş eski Sovyet yapımı Golf sınıfı dizel elektrik bir denizaltıyı, uzun menzilli nükleer füzeler ile donatmaya gayret sarf ettiği savunma portallarında yer aldı. Kuzey Kore’nin ayrıca dikine balistik füze fırlatma sistemlerini geliştirmeye çalıştığı iddia ediliyor.  Kuzey Kore, hegemonya kontrolü dışında nükleer silaha sahip olan ve ayrıca uzun menzilli balistik füze geliştirmeye çalışan bir devlet. Kuzey Kore’nin ulusal gücü ile orantısız bu girişiminin ana nedeni, tam bağımsız kalarak, kendine özgü rejimini devam ettirebilmek. Zira çok iyi biliyor ki, küresel emperyal düzene karşı çıkanların yaşama şansı yoktur. Bu tip meydan okuyucu devletler ya terörle mücadele adına, ya da demokrasi götürme uğruna işgal edilir, abluka veya ambargoya maruz kalır. Ancak Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi, Kuzey Kore benzeri baskıcı ve yasakçı rejimlere dokunulmaz.
Direnmek için güç gerekiyor. Diğer taraftan bu tip ülkeler, batı emperyalizmine boyun eğseler, her türlü dayatmayı kabul etseler de sonuçta değişen bir şey olmuyor. İçlerinde en güzel örnek şüphesiz Libya’dır. Kaddafi devrilmeden önce, batının her türlü talebini kabul etmiş, ülkesinin kapılarını emperyalizme açmıştı. Ancak yetmedi. Irak’ta Maliki rejimi ABD’ye direndi ve sonunda başına İŞİD belası açıldı. Maliki geri adım atmak zorunda kaldı. Suriye aynı kaderle karşılaşmamak için direniyor. İşgale uğrayan ve acı çeken ülkelerin ortak yönü nükleer güce sahip olmayışları. Bugün Pakistan batı emperyalizmi için en az diğerleri kadar tehlikeli ve sorunlu bir devlet, ancak kimse büyük çaplı bir müdahaleye yeltenemiyor. Sebebi Pakistan’ın nükleer silahlarıdır. İran’ın nükleer programından vaz geçmeyişinin temel güdüsü de  bu nedenden kaynaklanıyor. Hayatta kalma içgüdüsü. Bağımsız yaşama irade ve istenci.
Nükleer Güçler Bölünemiyor. Kimsenin şüphesi olmasın, eğer Yeltsin döneminde Rusya nükleer caydırıcılığını kaybetmiş olsaydı, dağılması kaçınılmaz olurdu. Ordusu o dönemde paramparça idi. Parçalanmasını önleyen en önemli askeri enstrüman, nükleer silahları oldu. Onların içinde  de nükleer balistik füze denizaltıları başat rol oynadı.
Neden  bu tip denizaltılar önemli? Çünkü suyun altındaki durumsal farkındalık, yani gözetleme, su üstündeki kadar başarılı değil. Suyun altında akustik enerji yani ses dalgaları kullanıldığından, yerine yeni bir araç bulunana kadar da böyle devam edecek. Günümüzde askeri teknolojik yetenekler ne denli gelişirse gelişsin, suların altı hala ‘bilinmeyen’ konumunda. 90’lı yıllarda ABD Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yapmış Oramiral Kelso,  ‘uzayda binlerce mildeki en küçük metal parçasını algılayabilecek teknolojiye sahibiz, ancak suyun altında 100 metre altımızdaki denizaltı veya mayın gibi su altı cisimlerini algılayamadığımız zamanlar oluyor’ demişti.
Soğuk savaşla birlikte denizaltılar nükleer teknoloji ile buluştu. Bu iki yönlü oldu. Hem ana tahrik gücü, hem de taşıdıkları silahlar nükleer oldu. Böylece insanlık tarihinin gördüğü en korkunç ölüm makineleri denizlerin derinliklerinde yerini aldı. Nükleer tahrik sistemi ve deniz suyundan su yapma yeteneği sayesinde, nükleer denizaltı, gıda stokları bitene kadar, yani aylarca satıh yapmadan suyun yüzlerce metre altında harekat yapabiliyor. Yakalanma güçlüğü ve hatta bazı bölgeler için tespit edilme imkansızlığına, bir de taşıdığı nükleer balistik füzelerin yok etme gücü eklendiğinde, bu silaha sahip devletlerin siyasi direnme ve caydırma gücü ortaya çıkıyor.
 Bugün SSBN, yani nükleer balistik füze taşıyan, aynı zamanda nükleer tahrik sistemlerine sahip denizaltılara BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi sahip. Filo büyüklüğü sırasıyla bu ülkeler ABD, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin’dir. Yarışa en son giren Çin, süratle nükleer denizaltı yeteneklerini artırıyor. Emperyalizm mücadelesine modern tarihi boyunca hiç girmeyen Çin, yeni konjonktürde küresel liderlik ve hegemonyanın uçak gemileri ile nükleer denizaltılara sahip olmaktan geçtiğini çok iyi biliyor. Mao zamanında ‘on bin yıl da sürse, Çin nükleer denizaltıya sahip olmalıdır’, demişti. Beş daimi üye dışında Hindistan da nükleer hücum denizaltısına sahip. Brezilya da benzer nükleer hücum denizaltılarına sahip olmak için çok iddialı bir proje yürütüyor. Ancak bu denizaltılar yukarıda bahsedilen balistik füzelere sahip değiller. Torpido ve konvansiyonel ‘cruise’ füzelerine sahipler.
Nükleer balistik füze denizaltıları nükleer stratejide karşı darbe ya da ikinci darbe olarak adlandırılan stratejinin uygulama aracı olarak kullanılıyor. Yani karadaki nükleer silahıyla bir saldırı yaptığında cezalandırılmayı, diğer bir deyişle karşı saldırıyı bekleyen taraf, eğer nükleer denizaltıları varsa bu saldırıya rağmen ikinci kez saldırı yeteneğini koruyor ve bu da savaşı kendi lehinde sonuçlandırmasına hizmet edebiliyor.
Kuzey Kore’nin sorunu nükleer balistik füze yerleştirmeyi düşündüğü denizaltıların dizel elektrikli olması, yani en fazla 2 gün su altında gizli seyir yapabiliyor olması. Daha sonra bataryalarını şarj edebilmesi için şnorkel seyri yapması, yani satha yakınlaşması gerekiyor ki bu da onun kolayca yakalanmasına neden olabiliyor.  
İsrail Örneği. Kuzey Kore, havadan bağımsız dizel elektrik denizaltılara (AIP) sahip olsaydı, bu durum değişirdi. Bu tip denizaltılar, hidrojen yakıtı veya benzer sistemler ile su altında saatte 6 mil süratle yaklaşık 20 gün derin sularda  şnorkel yapmadan seyir yapabiliyorlar. İsrail’in Ağustos sonunda Almanya’dan satın aldığı dördüncü denizaltısının (INS Tanin) AIP tipi olduğunu ve İsrail’in nükleer bir güç olduğunu burada hatırlatalım. Gelecekte İran nükleer silahlara sahip olursa, İsrail’in elindeki en ciddi caydırıcı silahın, Basra Körfezi yaklaşma sularında veya Arap Denizi’nde harekat yapabilecek bu sınıf denizaltılara adapte edilebilecek taktik nükleer silahlar olabileceği göz ardı edilmemelidir. İsrail’in bu ilk AIP (Havadan Bağımsız Tahrikli) denizaltısının Akdeniz’deki dengeleri çok ciddi şekilde değiştireceğini herhalde devletimizi idare edenler görüyor ve değerlendiriyordur. Özetle, dünya siyasi konjonktürü karışırken, pek çok devlet denizler altında nükleer yeteneğini geliştirmeye çalışıyor. Görünen o ki, maalesef dünya, süratle aktif nükleer bir döneme hazırlık yapıyor. Bunun temel nedeni konvansiyonel silahlarla artık devletler kesin ve süratli sonuçlar alamıyor.



 

7 Aralık 2014 Pazar

Cesaret ve Esaret

Description: IMG_0131 


Mavi Vatan
Amiral Cem Gürdeniz
 Cesaret ve Esaret
Cesaret ve esaret arasındaki tek harflik fark, ulusların kaderini belirleyecek kadar büyük.
C” harfi düştüğünde esaret başlıyor.  Cesaret o kadar önemli ki, olmadığında ne ulusal, ne de kişisel onur kalıyor. Cesaretin gri alanı yok. Ya vardır, ya yoktur. Yıkılmış ve işgale uğramış bir imparatorluktan bağımsızlık savaşı sonrası bir cumhuriyet kurarak, bu cumhuriyeti bir devrimle taçlandırabilmek, ancak cesurların, yani cesaretin işidir. Kurulan cumhuriyeti koruyabilmek ve daha ileriye taşımak da yine cesurların işidir. Zira onu yıkmaya çalışanlar arkalarına her zaman sinsi korkaklar ile emperyal egemenleri almıştır.
Kadınların Cesareti. Sakarya Savaşında bırakalım cephedeki askerleri, gerideki kadınların cesaretini bakın Cumhuriyetin ilk Bahriye Bakanı Binbaşı İhsan Eryavuz hatıratında nasıl anlatıyor:
Doğu cephesinden sevk edilmiş ve İnebolu’ya çıkarılmış olan her çeşit top ve cephane sandıklarının kağnı arabaları ile kafile halinde Ankara’ya bir gidişleri var idi ki... Kocaları, nişanlıları, cepheye gitmiş taze gelinler, analar, çoğunun memedeki çocukları bir kundak ile arkalarına bağlanmış, önlerinde kağnıları toprak içerisinde yalınayak, fakat ordunun zaferi memleketin kurtarılması  duası dilinde, İnebolu’dan beri durmadan  dinlenmeden yaya yürüyorlar, cepheye cephane yetiştiriyorlardı. Bu ilahi manzara karşısında dehşete kapılmamak, Türk’ün zulüm, ihanet ve istila karşısında isyan edecek ruhunun yüceliğinden korkuya düşmemek mümkün değildi...Sakarya harbi geceli gündüzlü 22 gün devam ediyor. Yunanlılar umulmadık bir azim gösteriyorlar. Nafile. Türk cephesi demir bir kale.”
Sakarya ruhu, bugün Vardiya Bizde gibi bir çok kadın hareketinde kendine yeni canlar buluyor. Onların ölümsüz asil ruhları, zamanın ruhuna meydan okuyor. Direnmenin, vaz geçmeyişin ve aydınlığı arayışın lideri oluyor. 
Cesaret Bulaşıcıdır. Aynen korku gibi cesaret de bulaşıcıdır. Kurtuluş Savaşında insanlarımızı cesaretlendiren en büyük etken, vatan işgaline başkaldırıydı. Zira son 150 yılda anavatanları sayılan topraklardan yani Kırım’dan, Balkanlardan, Kafkaslardan, Girit’ten, Selanik’ten, Kıbrıs’tan, Ege adalarından ve daha nice Türk yurdundan sadece maddi kayıplarla değil, can ve onur kayıpları ile sürekli atılan Türklerin, artık cesur olmaktan başka seçenekleri kalmamıştı. Mustafa Kemal onlara Anadolu’da tam bağımsız ve onurlu yaşama hakkını sağladı. Önce Ata’sı milletine cesaret verdi. Onlar da Ata’sına zafer armağan etti. Onların cesareti olmasa, Mustafa Kemal başaramazdı. Bu nedenle ulusal onur duygusuna sahip milletlerin, cesur insanlar çıkarabileceğinin ve bu insanların yüksek idealler uğruna hayatlarını feda edebileceklerinin dünya tarihindeki en güzel örneği, Türk Kurtuluş Savaşıdır. 
Bugün içinde bulunduğumuz jeopolitik, siyasi, sosyolojik ve ekonomik konjonktür erkek egemen kitleleri cesaretten çok esarete davet eden bir tablo sergiliyor. Acı bir tespittir ama gerçektir. Bugünün kadını erkekten daha cesurdur. Kumpas davalar sırasında bırakalım sözde aydınları en yakın dost ve arkadaşlarımızın; yüksek komuta sorumluluğu olan şahsiyetlerin bile korkuyu, cesarete tercih ettiğini, kısa ve orta vadede şahsi refah ve bedensel mutlulukları için, neredeyse yarım asırlık silah arkadaşlığını unuttuklarını, çocuklarının ve torunlarının özgürlük ve yaşam tarzlarının çalınmasına duyarsız kalabildiklerini gördük.
Bilgi, Beceri, Tecrübe ve Yürek. Bu süreç aslında geleceğin liderlerinin veya yöneticilerinin sadece bilgi, beceri ve tecrübe birikimine bakılarak seçilmemeleri gerektiğini de ortaya koydu. En az onlar kadar -belki de daha çok- önemli olanın cesaret, yani yürek olduğu, günümüz Türkiye’sinde artık bir gerçektir. Boyun eğmemek, ilke ve değerleri için dik durabilmek ve gerektiğinde acı çekebilmek.
19’ncu yüzyılda Osmanlı Bahriyesinde müşavirlik yapan İngiliz Amiral Sir Adelphus Slade, sadece donanmada değil, 17’nci yüzyılda başlayan ordudaki gerileme hakkında şunları söylüyordu:
Savaş boyunca yapılan büyük hatalara ve korkakça hareketlere müsamahalar, savaşçı bir ırkın töresinden sapmasından kaynaklanmıştır. O zaman yapılan hatalar karşısında cezalar korkunç, başarıların ödülleri büyük olurdu. O zaman hiçbir korkak veya şarlatan başkente sağ dönüp, herkese kahramanlık taslamazdı... Diğer taraftan Türk Ordusu kendisini 16 ve 17’nci yüzyıllarda çoğu zaman batılılara karşı muzaffer kılan, kendilerine özgü örgütlenmeye artık sahip değildi ve modern Avrupa ordularının çekirdeğinden de henüz yoksundu. Yani yüksek tabakadan yetişmiş, disiplinli, namus ve şeref düşünceleri içinde büyümüş, utanç içinde yaşamaktansa ölmeyi yeğleyen bir subaylar sınıfı.
Subaylar Savaşı Sakarya. Amiral Slade, Kurtuluş Savaşını görecek kadar yaşasaydı, son cümlesinin hatasını kabul ederdi. Sakarya meydan savaşının kazanılmasından 6 gün sonra Gazi Mustafa Kemal Paşa, mecliste yaptığı konuşmada, Türk’ün var olma savaşını "subaylar savaşı" olarak tanımladı ve şöyle devam etti:"
“Subaylarımızın kahraman atikliği, cesaretleri, ölüme meydan okuyan asil karakterleri hakkında söz bulamıyorum. Ama doğru ifade etmeye çalışayım, bu savaş bir subaylar savaşıdır. Ön safta savaşan genç subaylarımızın yüzde 80 ,erlerimizin yüzde 60’ı şehit düştü, yaralandı.”
Bu savaşa katılan 42. Alayın bütün rütbeli subayları şehit düşmüştü. Çarpışmalarda bir tümen, üç alay, 5 tabur komutanı şehit düştü. Sadece  8’inci tümenin süngü savaşında toplam 82 subay kaybedildi. Türk subayı belki kendi toplumunda mevcut olmayan- Avrupa’daki  aristokrasi ya da yüksek burjuvazi benzeri- sosyal sınıflardan gelmiyordu.  Ancak halkın bağrından çıkan bu subaylar üstün liderlik ve cesaret altında esarete başkaldıran, dünyanın en asil savaşçısı olabiliyor, bedel ödüyor, gerekirse ölüyor ve mucizeler yaratıyorlardı.
Tarih Rehberdir. Bugün Türk milletinin gurur duyacağı yakın tarihi yerinde duruyor. Günümüzde Kurtuluş Savaşı kahramanlık hikayeleri ile büyümüş milyonlarca vatandaşımız herhalde dedelerinin ya da babalarının  uzun uzun anlattığı bu hikayeleri unutmamıştır. Bu hikayelerin özü cesarettir. Ölüm, kalım mücadelesidir. Esarete meydan okumaktır. Yenilmemektir. Kimsenin şüphesi olmasın. Türk halkının damarlarındaki cesaret kıvılcımını kimse söndüremez. O  kıvılcımın ne zaman yanardağa dönebileceğini merak edenler tarihimizi okusunlar.