25 Ekim 2014 Cumartesi

Devletlerin Sürekli Dost ve Düşmanları Yoktur, Çıkarları Vardır.

Description: IMG_0131 
Mavi Vatan
Amiral Cem Gürdeniz
Devletlerin Sürekli Dost ve Düşmanları Yoktur, Çıkarları Vardır.
Yukarıdaki söz 19’ncu yüzyıl İngiliz Başbakanlarından Lord Palmerstone’a aittir. Geçen hafta basında yer alan ve Alman Deutsce Welle haber ajansının “Ruslar Kıbrıs’ta Rumlarla ortak tatbikat yapıyor” haberi üzerine aklıma geldi. Türk- Sovyet ve soğuk savaş sonrası Türk-Rus ilişkileri tam da bu prensip üzerine şekillenmişti. Osmanlı döneminde neredeyse 13 kez savaşmış iki devlet, Atatürk ve Lenin zamanında dostluğu yakalamış ve bu dostluktan iki taraf da büyük yarar sağlamıştı. Bu dostluk sayesinde Kurtuluş Savaşının lojistiği Karadeniz üzerinden sağlanmış ve Avrasya’nın batı kapısı Türkiye’nin bağımsızlığı mümkün olabilmişti. Stalin ile başlayan 1924 sonrası ve özellikle İkinci Dünya Savaşı döneminde maalesef bu dostluk, çok büyük yara aldı ve sonuçları bugüne kadar uzanan soğuk savaş döneminde Türkiye ile Sovyet Rusya’yı zıt kamplara itti. Bu zıtlaşmanın temeli ağırlıklı olarak denizlerle ilgili jeopolitik  bir çekim merkezine odaklıydı. Türk Boğazları.
                  Sovyet Notaları ve ABD ile Yakınlaşma. Türkiye’yi Avrupa-Atlantik bloğa yaklaştıran en önemli etkenler arasında ikinci Dünya Savaşı galibi Sovyetlerin, Türkiye’den Boğazların kontrolünü talep ettikleri 1945–1946 Sovyet notaları yer  alır.  Ancak bu notalardan altı yıl önce, Sovyet tarafının 1 Ekim 1939 günü, Türkiye’den Boğazlardan geçiş statüsü ile ilgili olarak Montreux Sözleşmesi üzerinde ciddi değişiklik taleplerinde bulunduğunu hatırlatalım.
                  Diğer yandan ABD’nin, Montreux Sözleşmesinin kısıtlamalarına dünyanın en büyük deniz gücü ve okyanusların jandarması olarak sıcak bakmadığı da çok iyi bilinmektedir. 2 Eylül 1941 tarihinde ABD’nin henüz İkinci Dünya Savaşına katılmadığı bir dönemde Türkiye’nin tarafsızlık nedeniyle Karadeniz’e çıkmak isteyen İngiliz savaş gemilerine izin vermemesi üzerine, Amerikalı Amiral Sterling’in “Türkiye Boğazları ya kendi iradesi ile açar, yoksa zorla açılır” sözleri belleklerdedir.
                   17 Temmuz–2 Ağustos 1945 tarihleri arasında toplanan Potsdam Konferansında da ABD ve İngiltere, o dönem müttefikleri olan Sovyetler Birliğinin, Montreux sözleşmesinin o günün koşullarına uydurulması fikrini -yani kısıtlamaların kaldırılmasını- benimsemişlerdi. Sovyetler Türkiye ile yeni bir dostluk antlaşmasına önkoşul olarak, Boğazlarda kendilerine üs verilerek, Boğazların ortak savunulmasını; Kars ile Ardahan’ın bulunduğu bölgede Türk-Sovyet sınırının yeniden düzenlenmesini talep ettiler.
    ABD daha sonra Sovyetlerin yeni jeopolitik konjonktürde, Türk Boğazlarında etkili olarak, büyük avantaja sahip olacağından Türkiye’nin yanına geçti. ABD Başkanı Harry Truman, Ocak 1946 ‘da yaptığı bir konuşmada “Sovyetlerin Boğazları ele geçirmek istediğine artık şüphem kalmadı. Eğer bu gidişe demirden bir yumruk uzatıp dur demezsek, yeni bir savaş çıkacaktır” demişti. Ardından USS Missouri muharebe gemisi İstanbul’a geldi. Bu ziyaretten bir süre sonra SSCB, Boğazların statüsünü yeniden belirlemek için Türk Hükümetine bir nota daha verdi. Bu notaya ABD reaksiyon gösterdi ve şartlar ne olursa olsun Türkiye’yi desteklemeye karar verdi.
         Notalar savaşı bir süre daha devam etti. Bu olaylar zinciri ABD ile Türkiye arasında başlayan ve günümüzde bağımsız Türkiye’nin büyük kayıplarına neden olan ve olmaya devam eden stratejik işbirliği ya da özel ortaklık olarak adlandırılan süreci başlatmış oldu. Sovyet notaları, emperyal Çarlık Rusyası ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki tarihsel düşmanlığın sosyo genetik mirası ve ABD’nin Sovyet modelindeki komünizmi küresel çıkarları için en büyük tehdit olarak görmesiyle birleşince Türk halkının çok kısa sürede Avrupa-Atlantik çekim alanına girmesi kaçınılmaz oldu.
         Stalin ve Kruşcev’in manevraları. Stalin, yaptığı hatayı görerek 1947 yılı başında ABD’nin Moskova Büyükelçisi Smith’e Türkiye’ye saldırma niyetinde olmadığını, benzer şekilde sonraki Devlet Başkanı Kruşçev de tüm Sovyet notalarının geri çekildiğini belirtmişse de, iki ülke arasındaki güven bunalımını aşmak mümkün olmamıştı. Sovyet notaları, İkinci Dünya Savaşı sonrası şekillenen yenidünya düzeninde küresel güçler tarafından kendi çıkarlarına en uygun şekilde kullanıldı. Bu süreçte Türkiye’nin en büyük kazancı doğal olarak Boğazların egemenlik statüsü ve doğu sınırlarımızla ilgili bir değişikliğe gidilmemiş olmasıydı. Ancak, Anadolu yarımadası gibi çok kritik bir coğrafyanın Avrupa-Atlantik jeopolitiğinin çekim alanına girmesinin yolu da açılmıştı. Türkiye artık her geçen gün Asya’dan uzaklaşıyordu.
         Tarihten Ders Almak Gerekir. Rus Donanmasının Kıbrıs ile ortak deniz tatbikatı yapacağı haberini, 2013 yılında Girit Adasında yapılan Rus yapımı S-300 füzelerinin fiili deneme sonuçlarının Yunan makamlarından önce Ruslar tarafından deklare edildiği haberi ile birlikte okursak, Rusya’nın güvenlik ve dış politikada en önemli ikaz ve emarelerin verildiği alan olan askeri alanda, Türkiye’ye ciddi mesajlar verdiği ortaya çıkıyor. Mesajın özü Türkiye’nin Suriye ve Kuzey Irak politikasıdır. Ruslar için Suriye ile Tartus ve Lazkiye limanlarının geleceği, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarları kadar önemlidir. Kuzey Irak’ta suyu ve petrolü kontrol eden, stratejik üsleri ile ABD müttefiki yeni bir devletin Rusya jeopolitiğine tehdit oluşturacağı açıktır. Türkiye yanlış Suriye ve Kuzey Irak politikaları ile sadece bindiği dalı kesmiyor, küresel dengeleri de alt üst ediyor.  Doğu Akdeniz, günümüzde 1945’lerin Türk Boğazları kadar, geleceğimiz için önemli ve önceliklidir. Bu jeopolitik mücadelede Avrupa Atlantik hegemonların Suriye’deki çıkarları uğruna Rusları kaybetmek ve Akdeniz’de tamamen yalnız kalmak ağır bir sonuç olacaktır. Türkiye kısa dönem karasal stratejik ve toplumun az bir bölümünden destek gören dini ideolojik çıkarları uğruna jeopolitik deniz çıkarlarını feda edemez. Etmemelidir. Rusya da  umarız 1945 ve 46’ların hatalarını tekrar etmez ve Kıbrıslı Rumların hırsızlığına dolaylı olarak destek olmaz. Bu durum ne Rusya ne de Türkiye’nin uzun dönemli çıkarlarına hizmet etmez. Her iki taraf tarihten ders almalıdır.


19 Ekim 2014 Pazar

Securitas Populi est Suprema Lex

Description: IMG_0131 


Mavi Vatan
Amiral Cem Gürdeniz
Securitas Populi est Suprema Lex
 Devletlerin temel sorumluluğu başlıktaki Latince ifadede yer alan temel görevi sağlamaktır. ‘HALKIN GÜVENLİĞİ TEMEL KANUNDUR’. Türkiye’de son yıllarda ve özellikle son haftalarda yaşananlar devletin bu temel görevi karşılamakta hangi noktaya geldiğini göstermektedir. Yurtta barış, dünyada barış prensibi terk edilerek, küresel hegemonlar tarafından kurgulanan stratejilere uyum sağlayan politikalara malzeme olmak, bu süreci başlatmıştır. Daha da öte eğer bir devlet, tüm kurumları ile devlet içi ve dışı, dahili ve harici güçlerin kontrolü altında üretilen politika ve stratejiler sonucu kendi donanması, ordusu ve hava kuvvetlerine büyük ve acımasız kumpasların yapılmasına izin vermiş ve hatta birçok kurumu ile bunu desteklemişse, zaten var oluş nedenini kendi elleri ile yok etmeye başlamış demektir.
Tasfiyeler kaybettirir. Dünya tarihinde devlet gücüyle yapılan büyük tasfiyelerin donanma ve orduları ne duruma düşürdüğü yaşanmış örneklerle doludur. Fransa 1789 devrimi sonrası çoğunu idam ederek tasfiye ettiği donanma amiral ve subay kayıplarının yarattığı zincirleme jeopolitik yenilgileri, İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar yaşadı. İngiltere’ye karşı 1798’de yaşanan Nil Deniz Savaşı ile önce Akdeniz, 1805 yılında Trafalgar Deniz Savaşı ile Atlantik’ten geri çekilmek zorunda kaldılar. 1871, 1914 ve 1941 yıllarında ülkelerini Almanlar üç kez işgal etti. Her işgalde donanma hiç bir şey yapamadı. 1940-43 arasında İtalyanların Korsika adasını işgal etmesini bile önleyemediler. 1940 yılında müttefikleri İngiltere, Cezayir Oran’da Fransa’nın Akdeniz Donanmasının bir kruvazörünü batırdı, 6 savaş gemisine ağır hasar verdi.  1300 Fransız denizci öldü. (İngiltere, Almanların eline geçmemesi için Mers El Kebir’deki Fransız Donanmasını teslim olmaya davet etmiş, onlar da kabul etmedikleri için bu sonuç doğmuştu.)
Başka bir örnek verelim. Stalin, 1937-38 yıllarında Alman istihbaratının sahte belge üreterek geliştirdiği, sahte bir darbe senaryosu üzerine kurulan bir komplo sonucu kendi ordu ve donanmasına ait 30 bine yakın amiral, general, subay ve astsubayı tasfiye etti. Morali kırılan ve nitelikli insan gücü zarar gören Kızıl Ordu, 1940 yılında işgal ettiği Finlandiya karşısında, inanılmaz boyutlarda büyük kayıplar vermek zorunda kaldı.   
Biraz da kendi tarihimizden örnek verelim. 1826 yılında II. Mahmut Yeniçeri ocaklarını büyük bir katliamla yok ettikten sonra, önce Yunanistan bağımsızlığına kavuştu daha sonra Osmanlıya başkaldıran Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın orduları Anadolu’yu işgale girişti. Ruslar yardım etmese İstanbul’a kadar geliyorlardı.
Kumpas Davalar ve Tasfiyeler. 2008-2014 arasında Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı uygulanan kumpas davalar sürecinin dünya tarihinde benzeri yoktur. Zira bu süreç devlet içi bir güç savaşından çok, yurt içinde değişik metotlarla etki altına alınmış emniyet, yargı ve medyadaki işbirlikçi gruplar tarafından emperyal düzenin çıkarlarına göre yürütülmüştür. Bu durum, iktidar partisi ile ordunun Türk siyasi kimyasındaki ulusalcı ve koruyucu rolünü değiştirmek isteyen çevrelerin de işine gelmiştir. Bir tekme de onlar atmıştır. Etrafında yangınların sürdüğü bir coğrafyada ve tarihin bugünkü konjonktüründe kendi askeri gücüne, devlet gücü ile komplo kurulmasına ve özellikle Türk Deniz ve Hava Kuvvetlerinin komuta yapısı ile moralinin çökertilmesine, jandarma ve kara kuvvetlerinin terörle mücadele etmiş general ve subaylarının aşağılanmasına,  parlamentonun ve muhalefet partilerinin nasıl seyirci kaldığını tarih ileride yargılayacaktır. 
Yeni bir Toplumsal Sözleşme. Devletin askeri gücünün sahte delillere, sahte iftira mektuplarına ve yalancı şahitlere dayanan davalar ile örselenmesi sonrasında bugün, kimsenin askerden geçmiş dönemlerin fedakarlığını ve vefasını aynı şekilde beklemeye hakkı yoktur. Karşılıklı güven yara almıştır. Yeni bir güven ortamının yaratılmasına acil ihtiyaç vardır. Adalet sisteminin ve  emniyet teşkilatının kumpas davalar sonucu  cumhuriyet tarihinin en düşük güvenilirlik seviyesine gerilediği, ülkenin her alanda kamplaştığı, sınırlarımızın yol geçen hanına dönüştüğü, mavi vatandaki deniz çıkarlarımızın korunamadığı ve en önemlisi halkın güvenliğinin sağlanmasının artık riskli bir döneme girdiği bu yeni ortamda, hükümet ve parlamentonun tarihimizde örneği görülmemiş ciddiyet, dikkat ve sorumlulukla hareket etmesi gerekir. Bu kadrolarda bulunanlar, tarihin hatalar sonrasında geri sarılıp tekrar oynatılamayacağını bilmek zorundadır. Adalet ve halkın güvenliğini sağlayamayan devletler, devlet olma özelliğini yitirir.



5 Ekim 2014 Pazar

DENİZLERDEKİ MÜCADELE

Description: IMG_0131 
Mavi Vatan
Amiral Cem Gürdeniz
Denizlerdeki Mücadele
Okyanuslar yerkürenin neredeyse ¾ ünü kapsıyor. Dünya ticaretinin yaklaşık yüzde 80’i okyanus ve denizler üzerinden yapılıyor. Küresel bazda okyanuslar ve denizler üzerinde hareket halinde ya da limanlarda bekleyen 150 ülkeye ait 104 bin ticaret gemisi mevcut. Ticaret gemileri olmasaydı, dünya nüfusunun yarısı aç, diğer yarısı da soğuktan donuyor olurdu. 2011 yılında kabaca 9 milyar ton yük denizler üzerinde hareket etti. Dünya ticaretinin yük olarak % 80’i, değer olarak % 70’i denizler üzerinden yapılıyor. Kabaca 18 trilyon dolarlık bir ticaret hacminden bahsedebiliriz. Taşınan yüklerin % 30’u gelişmiş devletlere yönelikken, geri kalanı gelişmekte olan ekonomilere yönelik. Günümüz dünya filosu 104 bin gemi ile 2007’den sonra % 40 büyüdü.
Okyanus ve Denizlerin Önemi. Ticaret gemilerinin kullandığı rotalar ve özellikle mega limanların emniyet ve güvenliği dünya ekonomisinin istikrarı için kaçınılmaz önemde. (Örneğin, Hürmüz Boğazı’ndan küresel petrol akışının yüzde 20’si geçiyor.) Bu düzen bozulduğunda karşılıklı bağımlılığın had safhada olduğu günümüzde ekonomiler alt üst olabilecek. Örneğin ABD ile Çin ya da Kanada ile ABD arasında dakikada 1 milyon dolarlık, Japonya ile Çin arasında  yarım milyon dolarlık ticaret var ve bu ticaretin yüzde 85’i  deniz yolu ile yapılıyor.
Okyanusların dipleri dünyada kullanılan petrolün yüzde 30’unu doğal gazın yüzde 50’sini sağlıyor. Günümüzde karalardaki kaynakların ekonomik potansiyeli aşırı tüketimden dolayı sınıra dayandığından, devletler denizlerin diplerine yöneliyor. Bu durum da devletler arasında deniz yetki alanları ihtilaflarını yaratıyor. Diğer yandan balıkçılık da küresel protein ihtiyacının büyük bir bölümünü karşıladığından, deniz yetki alanları sadece enerji güvenliği perspektifinden  değil, gıda güvenliği perspektifinden de önem arz ediyor. Bu tabloya siber güvenliği de ekleyelim. Bilişimde kullanılan bilgi iletişiminin yüzde 95’i denizler ve okyanuslar altından geçen fiber optik kablolar yolu ile yapılıyor. Tüm bu saydıklarımıza karalara deniz aşırı ve kıtalar arası güç intikalinde en önemli seçeneğin deniz yolu olduğu da eklenirse geçmişte olduğu gibi bugün de savaş gemileri öne çıkıyor.
Küresel hegemonyanın anahtarı ordular veya uçaklar değil, donanmalardır.  Bu gemilerin harekat alanları ile  için yabancı devletlerde üs temin edilmesi jeopolitik çekişmelerin başında geliyor. Avrupa Atlantik yapı için günümüzde Suriye’nin Tartus limanının Rusya’ya kapanması ve sözde Kürdistan’ın kuzey Suriye üzerinden Akdeniz’e çıkması en önemli hedefler arasındadır. Çin ve Rusya için Afrika, Akdeniz ve Hint Okyanusunda üslenme benzer  önemdedir.
Donanmaların Yeri. Dünya üzerinde toplam 193 ülkenin sadece 70’inin donanması var. 70 devlet haricinde 43 ülke de 10 ya da daha az sayıda  savaş gemisi ile sembolik  ve küçük deniz gücüne sahipler. Okyanus ve denizler üzerinde Türkiye dahil 70 devlete ait her an için 700-800 gemi hareket halindedir. Diğer taraftan küresel etki yaratabilecek yetenekte beş ülke mevcuttur. Bu satırlar yazılırken Kuzey Atlantik, Kuzey Buz Denizi ile Pasifik ve  Hint Okyanuslarının derinliklerinde BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi beş devlete ait  nükleer balistik ve hücum denizaltılarının bazıları hareket halindeydi. Günümüzde küresel çapta büyük güç olmanın gereği uçak gemisi ile nükleer denizaltılara sahip olmaktan geçiyor. Beş üyenin de bu tip gemileri var. 20 yıl önce Çin’in 1 nükleer balistik füze denizaltısına karşılık, ABD’nin 34 denizaltısı varken bugün ABD’nin 14 denizaltısına karşılık Çin’in 3 denizaltısı var. (Ayrıca 2 adet inşa halinde) ABD donanması bütçe sorunları nedeniyle küçülürken Çin donanması büyüyor. Bu nedenle ABD, 2009 yılından itibaren Donanmasının yüzde 60’ını Pasifik’te sürekli konuşlandırma kararı aldı. Günümüzde her an için 50 Amerikan savaş gemisi Pasifik Okyanusu’nda faaliyet halinde. Bu durum küçülen ABD Donanmasına ağır yük getiriyor, zira donanmada bütçe kısıtlamaları nedeniyle her sene mevcut 286 savaş gemisinin yüzde 20’si yıllık teknik yeterlilik denetlemelerini geçemiyor ve  ancak 220 gemi ile görev yapabiliyorlar.
Rusya donanması da diğer yandan büyümeye ve modernleşmeye devam ediyor. Rusya’nın da bir Pasifik gücü olduğu dikkate alınırsa Rus-Çin ortaklığının denizde büyümesi ABD’yi rahatsız ediyor. Her iki ülkenin denizde dengelenebilmesi için ABD, Pasifikteki dost ve müttefiklerinin donanmalarının büyümesini teşvik ediyor. Çin ve Rusya da başta Pasifik ve Hint okyanusu sahildarları olmak üzere başta Pakistan ve Hindistan olmak üzere bölge ülkelerine yüksek teknoloji gemi ve silah sistemleri satışına devam ediyor. ABD de bölgedeki son 60 yıllık üstünlüğünü devam ettirebilmek için Çin’e üs kolaylığı veren Pakistan gibi ülkeleri caydırmaya çabalıyor.
Hesaplaşma Karalarda Değil, Denizlerde. Yeni jeopolitik ortamın şekillenmesinin okyanus ve denizlere yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Tarihten alınan dersler de bunu söylüyor. Örneğin Hitler’in donanmaya önem vermeyip, Kriegsmarine’in yeni inşa programlarının tamamlanmasını beklememesi, pek çok tarihçiye göre savaşın sonucunu değiştirmiştir. Sonuç olarak denizde silahlanma artarak devam edecek. 21nci yüzyılda küresel hegemonyanın başta hidrokarbon kaynaklarının kontrolüne yönelik el değiştirmesinin nihai hesaplaşması, Kırım, Osetya, Ukrayna, Ortadoğu ve benzeri gibi güncel çatışma alanlarında değil, denizde yaşanacak.