29 Kasım 2016 Salı

Kıbrıs’ta Türk Jeopolitiği mi Kazanacak?





Kıbrıs’ta Türk Jeopolitiği mi Kazanacak?
                  7 -11 Kasım 2016 tarihleri arasında İsviçre/Montreux kentinin  Mont Pelerin kasabasında yürütülen Kıbrıs görüşmelerine Rum tarafının talebi ile ara verilmiş ve süreç 8 gün sonra 20 Kasımda Cenevre’de devam etmişti. Bu görüşmelerden 17 aydır devam eden Kıbrıs barış sürecini son aşamaya taşıyacak beşli konferans tarihinin çıkması bekleniyordu ancak olmadı.

Bize Şans Getiren Montreux. Görüşmeler 22 Kasımda başarısızlıkla sonuçlandı. Montreux bize yine şans getirdi. Tabi burada Kıbrıslı Rumların kendi içlerinde bölünmüş olmalarının da hakkını vermeliyiz. Muhalefetin ağır baskısı bu sonucu getirdi. 2004 baharındaki Annan Planında da aynısı olmuştu. Türklerin evet oyu ile referandumda kendi devletlerini yok etme gafleti, Rumların hayır oyu sayesinde önlenebilmişti. Anastasiadis’e “zirvede hiçbir karara imza atma” uyarısı yapan muhalefet partileri tarihi tekrar ettirdiler. Eğer İsviçre görüşmeleri başarılı olsaydı toprak ve harita konusu ile  güvenlik ve garantiler gibi tüm hayati konuları nihai karara bağlayacak beşli konferansın kapısı açılacaktı. Konferansta  anlaşmanın iki halkın eş zamanlı onayına sunulacağı referandumların tarihi de belirlenecekti.

Türk Askeri İstenmiyor. Basına sızan bilgilerden görüşmelerin kesintiye uğramasının temel nedenlerinden birinin Rumların adadaki Türk askerinin çekilmesi konusunu -gündemde olmamasına rağmen-masaya getirmiş olmaları. Şimdi taraflar Kıbrıs’a dönerek  yeni durum muhakemesine yönelecekler. Tartışılan planın Annan Planından pek farkı yok. Ancak hakkını verelim, Türk askerinin adadan geri çekilmesi konusunda KKTC Cumhurbaşkanının   2004 döneminin aksine direnmesi. Ancak bu yetmez. 33 yıldır bağımsızlık onurunu yaşamış bir devletin, başının birleşmenin  siyasi, ekonomik, sosyolojik ve askeri açılardan Anadolu’ya ve kendi halkına neler kaybettireceğini tarihten ders alarak algılamış olması gerekir.

Rauf Denktaş Dersleri. 2004 baharında arsız Annan Planına Türklerin evet deme gafletinin devlet eliyle teşvik edildiği bir konjonktürde,  rahatsızlığı nedeniyle Burgenstock/ İsviçre’ye gidemeyen  KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf Denktaş, görüşmelerde ortaya çıkan  metne bir mektupla itiraz etmiş ve son sözünü söylemişti:
                  “Bu planda egemenlik yoktur. O halde nüfusumuz çapında etki sahibiyiz ve böyle olmaya devam edeceğiz. Bunun ötesinde bize verildiği iddia edilen sözde haklar ve diğer çıkarlar, Rumlar lehine tadil edilen dengelerle anlamını yitirmektedir...İki kesimlilik bozulmuştur, tanınmayacak şekilde sulandırılmaktadır ve ileride Rumların kuzeye sahip olmasını önleyecek diye bize sunulan tedbirler de kalıcı değildir. AB normlarına aykırı addedilecekleri ve zamanla ortadan kaldırılacakları açıktır...1960 Anlaşması üç yıl devam edebilmişti. Halkımızın çoğunu göçmen ve topraksız bırakacak olan bu yeni zorlama, kanımca hepimizi derinden üzecek sonuçları verecektir. ‘’
Bir Büyükleçinin Sözleri. 33 yıl önce, 15 Kasım 1983 tarihinde KKTC devleti kurulduğunda  Dışişleri Bakanlığında Kıbrıs’dan sorumlu dairede görevli olan Emekli Büyükelçi Tugay Uluçevik de geçen hafta KKTC’de medyaya verdiği bir demeçte şunları söyledi:
                  “Meslek hayatımın kendimce en şerefli günüydü... Bana göre Kıbrıs meselesi işte o andan itibaren çözüme kavuşmuş oldu. 1974’te Türkiye’nin Barış Harekâtıyla sağladığı başarı o gün somut bir anlam kazandı. Kendi egemenliğine, toprağına, kendi halkına sahip bağımsız bir devlet ortaya çıktı. Bizlere düşen, Kıbrıs Türk halkına düşen, bu devleti yaşatmaktır. Çünkü Kıbrıs sorununun tabii çözümü iki devletli bir çözümdür. Ama bu tabii çözüm, aslında eyalet, kanton veya vilâyet  statüsünde olan iki yapıdan oluşan bir federal düzenin  - kelime oyunlarıyla, İngilizceden Türkçeye tercüme oyunlarıyla -  kamuoyuna iki devletli federasyon olarak takdim edildiği iki devletli bir çözüm değildir...Halen yapılmakta olan, iki devletli federasyon kisvesi altında Türk tarafına göre yok hükmündeki 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin temeli üzerinde ve çatısı altında iki eyaletli sözde bir federal çözüm arayışıdır...Şimdi bütün işaretler odur ki, Rumlar gerçek bir federasyon altında ya da çerçevesinde Türklerle beraber yaşama iradesine sahip değillerdir... Bu yüzden de sakat bir çözüm şekliyle Kıbrıs sorunu halledilse bile Ada'da sürekli bir barış ortamı meydana gelmeyecektir...’’
Bir Amiralin Yazdıkları.  Kıbrıs Barış Harekatı sırasında  Ege Denizi Görev Kuvveti Komutanlığı görevini yürütmüş olan Emekli Koramiral Sabahattin Ergin de 2010 yılında yazdığı bir makalede şunlara vurgu yapıyordu:
                  ‘’Kıbrıslı Türklerin, varlıklarını korumak ve sürdürmek amacıyla kurdukları  bu devletin varlığı, siyasi hukuk bakımından, diğer devletlerin tanımalarına bağlı değildir. Bu devletin varlığı; onun amacına ve Uluslararası Hukuka göre sahip olduğu hak ve çıkarlarının korunmasına dayanır.  KKTC, başta BM Antlaşması ve belgeleri olmak üzere, tamamen UA Antlaşma ve yasalardan kaynaklanan haklara uygun olarak kurulmuştur ve bunda, hiçbir şüphe ve eksiklik söz konusu değildir...Bize göre müzakerelerin amacı, zaman içinde, KKTC’yi yok etmektir...’’
                  Türk Jeopolitiği Kazanmalıdır. Cenevre dönüşü Akıncı şunları söyledi: ‘Çözümün ancak eşitlik, özgürlük ve güvenlik çerçevesinde bulunabileceğini her zaman aklımızda tuttuk. Kıbrıs Rum toplumunun haklarına saygılı olurken Kıbrıs Türk halkının haklarına saygı beklerdik.”
                  Umalım ki Akıncı Hükümeti, jeopolitiğin saygı ile alakalı olamdığını tarihten ders alarak öğrensin. Montreux bozgununa uğrayan BM planında ısrarcı olmasın ve her alanda gerilemeye başlayan Avrupa Atlantik yapının geçmiş aldatmalarına rağmen göstermelik bir federasyon planına halkını razı etmesin. Federasyon hayata geçer ve Türk askeri adadan çekilirse Anadolunun ışıkları karanlığı yırtamaz. Türkler kaybeder. Tarih bir daha Rumlara ‘’Bekledim de gelmedin’’ şarkısını söyletmesin. Buna izin vermeyin. Bu kez Türk jeopolitiği kazansın.




21 Kasım 2016 Pazartesi

Karadeniz’de İstikrarın Anahtarı: Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi 80 Yaşında

Karadeniz’de İstikrarın Anahtarı: Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi 80 Yaşında
            9 Kasım 1936 günü 13 yaşındaki genç Cumhuriyet Türk Boğazlarını geri aldı. İstiklal Savaşı galibiyetine rağmen Lozan’da askersizleştirilen ve geçiş rejimi tamamen uluslararası Boğazlar Komisyonuna bırakılan Türk Boğazları, ebedi başkomutan Mustafa Kemal Atatürk’ün siyasi öngörüleri ve stratejisi sayesinde anavatanımıza eklendi. Son 80 yılda İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş, Soğuk Barış (1989-11 Eylül 2001) ve neocon’ların Terörle Küresel Savaş (GWOT) paradigması altında Geniş Karadeniz Bölgesindeki renkli devrimler ve kışkırtılmış silahlı çatışmalar dönemini atlatarak bugünlere geldi.
Savaş ve Krizlere Direnen bir Sözleşme. Bulgaristan ve Romanya’nın 2004’de NATO ve 2007 de AB üyesi olmaları sonrası dünya okyanus ve denizlerinin on binde biri kadar küçük bir alanı kapsayan Karadeniz, küresel jeopolitik çekişmelerin önemli ağırlık merkezlerinden birisi haline dönüştü. Özellikle Avrupa-Atlantik kaynaklı küresel siyasi ve ekonomik kışkırtma ve şoklara rağmen, Karadeniz’de mevcut deniz güvenlik rejiminin temelini oluşturan Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi Türkiye’nin sağlam duruşu ile hiçbir değişikliğe uğramadan yürürlükte kalmaya devam ediyor.
Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi Sempozyumu Geçen Hafta 9-10 Kasım 2106 tarihlerinde Bahçeşehir Üniversitesi Türk Boğazları Araştırma ve Uygulama Merkezi (TURBAM) organizasyonunda, yabancı katılımcılarla birlikte icra edilen iki günlük sempozyum, gerek sunum yapan, gerekse tartışmalara katılan iştirakçilerle Montrö Sözleşmesini son yıllarda örneği görülmemiş detay ve kapsamda masaya yatırdı. Geçmişin tecrübe ve dersleri paralelinde geleceğe ışık tutarak, Mavi Vatanın Amiral Gemisi Türk Boğazları, jeopolitik, hukuki, savunma, güvenlik, emniyet, çevre ve ekonomik perspektiflerle ayrı incelenerek dünyaya önemli mesajlar verildi. (Sempozyum kayıtları için: http://www.deniztv.com/)
Ata’nın Ruhuna en Büyük Hediye. Montrö Sözleşmesinin bölücü (PKK) ve yıkıcı (FETÖ) iki ayrı terörle büyük mücadele veren  Anadolu’nun, Türk Boğazları ile stratejik savunmamızın hinterlandı Karadeniz’de barış, istikrar ve işbirliğine ne denli hayati katkı sağladığı tüm katılımcıların ortak fikri olarak  bir kez daha vurgulandı. 20 Temmuz 1936’da imzalanan sözleşmenin yürürlüğe girişinin tam 80’nci yaş gününde yani 9 Kasım 2016 günü kapsamlı bir sempozyumla değerlendirilmesi ve 10 Kasımda Atatürk’ün manevi huzurunda Lozan’ın mührü sayılan sözleşmenin, sonsuza kadar korunacağının defaten dile getirilmesi, Mustafa Kemal’in aziz ruhuna tazimle sunulan bir yemin oldu. Sempozyuma katılan Türk akademisyenler, amiraller, kaptanlar, hukukçular, bürokratlar ve fikir insanlarının yanısıra Rus hukukçu akademisyenlerin Montrö Türk Boğazları Sözleşmesinin Karadeniz’de son 80 yıldır oluşturduğu deniz güvenlik rejimine olan güven ve inançlarını dile getirmeleri,  Atlantik sistemin özellikle Karadeniz’in L’enfant Terrible ülkesi Romanya üzerinden geliştirdiği hesapsız maceralara önemli bir cevap oldu.
Romanya’nın Tehlikeli Oyunu. Romanya, son yıllarda Montrö Sözleşmesi ruhunun aksine Karadeniz’de NATO’nun sürekli deniz gücü bulundurmasını talep ediyor. Her zirveye bu konuda yeni önerilerle geliyor. 1991 Roma Zirvesi’nden sonraki en önemli zirvelerden biri olan ve FETÖ Darbe girişiminden tam bir hafta önce icra edilen 8-9 Temmuz 2016 tarihlerindeki Varşova Zirvesinde NATO, Rus tehdidini öne çıkararak yeni soğuk savaşı ilan etmiş, Karadeniz’in deniz boyutunu öne çıkarmıştı.  Ancak Karadeniz’de sürekli NATO denizgücü varlığı 26-27 Ekim 2016 tarihlerinde icra edilen NATO Savunma Bakanları Toplantısı’nda tekrar gündeme geldiyse de 15 Temmuz dersini alan Türkiye’nin diplomatik hamleleri ile ileri bir tarihe ötelendi. Romanya, Atlantik sistemin Karadeniz’deki fahri elçisi olarak boyutlarının ve yeteneklerinin çok üzerinde stratejik girişimlerde bulunmaya devam ediyor. Bu girişimlerin 21’nci yüzyılda Karadeniz’deki denge ve istikrara fayda sağlamayacağını göremiyor. Karadeniz’deki Montrö rejimine en büyük eleştirileri yapan ABD’de, Türkiye’nin eski Ankara Büyükelçisi Ross Wilson’un 15 Haziran 2016 tarihinde, Washington’da, “Karadeniz’deki Değişen Askeri Denge” temalı panelde yaptığı konuşmayı Romenlere hatırlatalım:
“… 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi Türkiye açısından büyük bir başarıdır. ABD ve diğer bazı müttefikler terörizm, kaçakçılık, gibi güvenlik endişeleri nedeniyle geçmişte  Karadeniz’in güvenliğini gündeme getirdiler, ancak Türkiye Türk Boğazlarına ilişkin olarak ne ABD’nin ne de diğer kıyıdaş ülkelerin bir rol üstlenmesine sıcak bakmadı, öte yandan, Karadeniz güvenliği ve kıyıdaş ülkeler arasında işbirliğinin geliştirilmesinde yönelik mekanizmalarını (KEİ,BLACKSEAFOR,KUH) geliştirilmesine öncülük etti.”
 Montrö rejimi Karadeniz’deki barışın anahtarı olmaya devam ediyor. Bu rejime sonsuza kadar sahip çıkmalıyız.



15 Kasım 2016 Salı

Trump, Küreselleşmenin Gerilemesi ve ABD Donanması





Trump, Küreselleşmenin Gerilemesi ve ABD Donanması
ABD halkı hafta başında 1945 yılında kurulan, 1973 yılında kan değiştirerek Bretton Woods temelli ekonomik sistemin yerine geçen neoliberal ekonomik düzenin müesses nizamını (establishment) karşısına alan bir cumhuriyetçiyi iktidara getirdi. Bu gelişme Katolik Başkan John Flitzgerald Kennedy (JFK)’in 20 Ocak 1961 de  iktidara gelmesi gibi sürpriz bir etki yarattı. Tabi nitelik olarak iki lideri kıyaslamaya gerek olmadığını vurgulamak isterim.  JFK konuşmadığı ve uyumadığı her an kitap okuyan büyük bir aydındı.
1945 Sisteminin sonu mu?  Trump’ın seçilmesi Avrupa Atlantik sistemin son 70 yıldır liderliğini yaptığı liberal, kapitalist uluslararsı ekonomik sistemin sorgulanmasını tetikledi. Bu sistem zaten 2008 ekonomik krizi le başlayan ve aynı yılın  Ağustosunda Güney Osetya’da ABD kışkırtması sonucu yaşanan Rus Gürcü savaşı ile ilk yaralarını almıştı. Çin’in Doğu ve Güney Çin Denizlerinde ABD ile karşı karşıya gelmesi de mono-polar sistemin sonunu getirmiş ve çok kutuplu dünya düzenine geri adımın başlangıcını oluşturmuştu. Trump‘ın zaferi, küreselleşmenin inişini hızlandıracaktır. 1945’den bu yana oluşan sistem, kurumları, kuralları ve prensipleri ile büyük yara alacaktır. İşin ilginç yönü küresel ekonomik müesses nizama tehdidin beklendiği üzere dışarıdan değil, ABD içinden gelmesi oldu.
Orta Direk Yeter Dedi. Trump, ABD içindeki gelir dağılım eşitsizliği, askeri endüstrinin kontrolündeki Pentagon’un küresel maceraları, Meksika kaynaklı göçün yarattığı hoşnutsuzlukları iyi kullandı. Amerikan elitleri Trump gibi popülist bir liderin hoşnutsuz geniş kitlelerin oyunu kapabileceğini göremedi. Bu aslında egemen sistemin kendi kalesine attığı bir gol oldu.  Amerikan seçmeninin çoğunluğunu müesses nizam şekillendirdi. Yarı cahilliği teşvik eden, tüketen ve hedonist bir yaşam tarzından başka bir seçenek sunmayan yeni  ortaçağın dijital kurumları ve küresel firmaları yaratıkları  canavarın kurbanı oldu. Kirlenen ve kalitesizleşen siyaset sarmalında, sorunlarını görmezden gelen hegemonyanın elitlerine, kendisine en çok benzeyen lideri seçerek cevap verdi.
Trump Ezber Bozuyor.  Amerikan halkı artık küreselleşmeye güvenmiyor. Trump, oyunu küreselleşme nedeniyle yaşam standardı gerileyen kitlelere dayandırdı. Onun Transatlantik ve Transpasifik ticaret anlaşmalarına saldırması pek çok orta sınıf ve mavi yakalının ilgisini çekti. Benzer şekilde ABD’nin soğuk savaş sonrası Irak, Afganistan, Libya ve Suriye’de giriştiği askeri maceralardan bıkkınlık duyan halkın duygularına tercüman olması ve NATO, Güney Kore, Japonya ve Diğer devletlere askeri destek ve yardımları şiddetle eleştirmesi ABD merkezli küreselleşmenin can damarını kesiyor. Bazı yazarlar bu dönemi Başkan Andrew Jackson dönemine (1829-1837) benzetiyorlar. Yani ‘’içe dönerim, ama bana ve çıkarlarıma dışardan müdahale edeni de pişman ederim. (Don’t Tread on me) ‘’
CFR İkaz Ediyor. Müesses nizam, seçimden bir kaç gün sonra CFR (Dış ilişkiler Komisyonu) üzerinden Trump’ın çekirdek müttefikler olan İngiltere, Almanya, Japonya, Güney Kore ve İsrail’e güvence vermesini ve ittifak sisteminin ABD dış politikasının ana unsuru olmasını istedi. CFR Başkanı Haas, ayrıca Trump’ın müttefiklere ‘’seçim kampanyasında söylediklerimi dikkate almayın’’ mesajı vermesini ve Transpasifik Ortaklık Antlaşmasına karşı çıkan konuşmalarını geri almasını talep ediyor. Benzer şekilde, Trump’ın Çin’e bilhassa ticaret, Kuzey Kore ve Güney Çin Denizi ihtilafı konularında  çok dikkatle yaklaşmasını tavsiye ediyor.  Bu süreçte karşılaşacağı en büyük zorluğun, arkasındaki cumhuriyetçi desteğin devamı olacağını söyleyerek, aslında içinde silah, enerji ve finans sektörünün güçlü temsilcilerini barındıran Cumhuriyetçilerin müesses nizama sadık kalacağını aba altından sopa göstererek ima ediyor.
Trump’ın Paradoksları. Diğer taraftan Trump’ın da kafası karışık görünüyor. Trump, bir yandan daha istikrarlı, az savaşlı bir dünya istiyor, ancak bunun için caydırmanın yüksek olmasına vurgu yaparak donanma ve deniz piyadeleri büyüteceğini söylüyor. Kara Kuvvetlerine 50 bin asker eklerken, donanmayı 308 gemiden 350 gemiye, deniz piyade taburlarını 24 ten 26’ya  çıkarmayı hedefliyor. Donanmada balistik füze savunma yetenekli gemilerin sayısını artırmayı planlıyor. En önemlisi Cumhuriyetçilerin büyük muhalefetine rağmen 2014 yılında on yıllık savunma bütçesinden 472 milyar dolara el koyma (sequestration) karar veren Obama yönetimine inat, bu parayı da Pentagona geri vermek için Kongreye gidecek. Kısacası Trump savunma harcamalarını artıracak. Bu harcamalar artarken NATO katkı payını azaltacak. Zengin Avrupa ülkelerinin bedavacı olmasına izin vermeyecek. Amerikan üslerini kapatmayacak, zira bunları idame etmenin ABD de asker tutmaktan daha ucuz olduğunu biliyor. Muhtemel ve müstakbel Deniz Kuvvetleri Bakanı Randy Forbes ise donanmanın büyümesini istiyor. Obama’nın Pasifik eksen kararını olumlu bulup, Çin’e karşı daha sert olmayı ve gerekirse askeri güç kullanmayı önerirken, Ortadoğu başta olmak üzere diğer alanlarda de-eskalasyon istiyor. Trump’ın dış politika danışmanı Alabama Senatörü Jefferson Sessions ise ABD’nin başta NATO olmak üzere uluslararsı örgütlere ve koalisyonlara yaptığı parasal desteği eleştirerek AB’den ayrılan İngiltere’yi göklere çıkarıyor. ‘’Ulus devlet dönemi henüz bitmedi. Uzaktaki küresel bir hükümet veya birlik halkın sadakatine kendi halkı kadar güvenemez’’ diyerek AB ve NATO karar mekanizmalarını eleştiriyor ve Transpasifik ve Transatlantik ortaklık antlaşmalarına tamamen karşı çıkıyor. Özetle, Trump ve ekibi halka vadettikleri ile hayatın ve reel politikanın gerçekleri arasında bir denge kurmak durumundalar. Bunu kuramazlarsa 2020 seçimlerinde iktidarlarını kaybederler. Müesses nizama direnmeleri ve halkı kazanmaları, ancak emperyal imparatorluk hedefinden teori ve pratikte vaz geçmeleri ile mümkün olabilir. Vaz geçebilirler mi?



6 Kasım 2016 Pazar

Rus Uçak Gemisi ‘’Amiral Kuznetsov’’ Akdeniz’de







Rus Uçak Gemisi ‘’Amiral Kuznetsov’’ Akdeniz’de
                  Önce Kuznetsov isminin neden Rusya’nın ilk uçak gemisine verildiğini anlatalım. Nikolay Gerosimovich Kuznetsov, 1938 yılında, 34 yaşında iken  Amiral ve bir yıl sonra yani İkinci Dünya Savaşı başında Sovyet Deniz Kuvvetleri Komiseri (Bakanı) oldu. Savaş boyunca bu görevine devam etti ve özellikle Almanların Sovyetleri işgaline ilk direnen silahlı gücün donanma olmasını sağladı. Kuznetsov Karadeniz’de Almanların Kafkasya’yı işgaline denizden engel olan komutan olarak Stalin’in gözüne girdi. Ancak pek çok alanda karacı komutanlarla anlaşamaması ve her denizci gibi inisiyatif kullanması Stalin’in hoşuna gitmedi ve 1947 yılında görevden alınarak yargılandı. Rütbesi oramirallikten koramiralle düşürüldü. Ancak 1951 yılında Stalin tekrar karar değiştirerek onu yeniden                Deniz Kuvvet leri Bakanı yaptı. Stalin ölünce Savunma Bakanı Birinci Yardımcısı oldu. Ancak 1956 yılında bu kez Mareşal Zhukov ile anlaşamayınca tekrar rütbesi düşürüldü ve emekli edildi. Ancak 1968 yılında bu kez Sovyet Prezidyumu aldığı kararla ona tüm onur ve rütbelerini geri verdi. Rütbesi Büyük Amiral olarak onaylandı. Bugün Sovyetlerin en büyük kahramanlarından birisi  olarak tanınmaktadır. Bu nedenle Sovyetlerin ilk uçak gemisine büyük bir vefa ile onun adı verildi.
 Kuznetsov’un arızaları. Gemi Ukrayna Nikolayev ‘de 1982 yılında kızağa kondu ve 8 yılda tamamlandı. 15-20 arasında Flanker D  (Su-33) ya da Mig-29  savaş uçağı taşıyabilen geminin diğer kardeşi de Çin’in ilk uçak gemisi Liaoning (eski Varyag).  Sitim türbini ile tahrik edilen geminin gerek ana makine ve gerekse yardımcı sistemlerinde ciddi sorunları var. Gemide sık arıza ve hatta yangın çıkması özellikle soğuk savaş sonrası denemde çok yaygındı. 1996-98 ile 2001-2004 yılları arasında sürekli tersanede kalan gemi son olarak 2008 yılında büyük tamir gördü.
Uzun süre hareketten sakıt kalması ve uçak gemisi pilotlarının eğitimsiz olmaları geminin adının kazalarla anılmasına neden olmuştu. Bu kötü şöhreti geminin günümüzde de özellikle batı medyası tarafından küçük görülmesine neden oluyor. 21 Ekim tarihli New York Times gazetesinde yazar Neil Mac Farquhar, ‘’Russian Carrier is Bound for Syria, Flexing Muscle but Risking Malfunction’’ isimli makalesinde gemiyi, geriatrik uçak gemisi olarak tanımlıyor.
Rusya’nın kendine güveni tam. Ancak tüm bu küçük görmeler Kuznetsov’un, ganbot diplomasisi rolünde yani donanmanın dış politikanın destek aracı olarak kullanımında Rus devletinin önemli bir  aracı olmasını değiştirmiyor. Batı basını Kuznetsov’a bakacağına son 3 ayda sürekli arıza çıkaran ve hareketten sakıt kalan LCS tipi Amerikan korvetlerine baksın. Rusya oyunu kuralına göre oynuyor. Küresel güç olmanın en önemli göstergesi nükleer denizaltılar ile uçak gemilerine sahip olmak ve bunları işletebilmek. Putin de Kuznetsov’un bir  Nimitz ya da Charles De Gaulle olmadığını biliyor. Ancak eski ve yetenekleri kısıtlı da olsa, Rus devletinin çıkar alanlarında uçak gemisi bulundurabilme yeteneğini ve iradesini ispat etmek istiyor.
Geminin Suriye’de konuşlanan S-400 Hava savunma sistemi kaplaması altında, Kirov sınıfı dünyanın en büyük kruvazörü Büyük Petro ve iki Udalay sınıfı destroyer refakatinde Doğu Akdeniz’de Suriye açıklarında göreve başlaması bu açıdan önemli. Eğer üzerindeki 15-20 adet savaş uçağını (MİG-29 veya SU-33) Suriye’deki teröristlere  karşı fiilen kullanırsa bu tarihsel bir ilk olacak.
                  Kuznetsov dönüm noktası olacak. Geçen sene   Rs Hazar Denizi Filotillasına ait Gepard sınıfı firkateyn ve Buyan-M sınıfı korvetlerden ve daha sonra Akdeniz’deki Kilo sınıfı denizaltılardan Suriye’deki IŞID mevzilerine Kalibr-NK (Klub K) (NATO tanımı ile SS-N-30-A) gezgin (cruise) füzesinin fırlatılması stratejik, operatif, taktik ve teknolojik perspektifte önemli bir  dönüm noktası olduysa, Kuznetsov’un Doğu Akdeniz’de fiilen kullanımı da önemli bir kilometre taşı olacaktır. Zira tarihinde ilk kez Rusya muharip bir görevle uçak gemisi kullanıyor. Rus deniz gücünün kendine güven katsayısı Hazar Filosu saldırısından bu yana arttı. En kötü senaryoda  Kuznetsov arıza yapıp, yedekte Kuzey Denizine geri çekilse bile bu çekilmenin Rus deniz politikasına büyük bir etkisinin olmayacağı  kesindir. Zira zaten Akdeniz’deki denizaltılar ve su üstü gemilerindeki gemiye karşı 1500 km menzilli cruise füzeleri ile konvansiyonel caydırıcılık sağlayabiliyor. Unutamayalım ki Doğu Akdeniz ve Hazarda bu füzeleri kullanan Rusya isterse Batı Avrupa’daki NATO ülkeleri kıyılarının açıklarında da bunları kullanabilir.
Rus Deniz Kuvvetleri yüksek morale sahip. Aksi takdirde geçmişinde arıza ve kaza vakaları başarı vakalarından çok fazla olan 26 yaşındaki bir gemiyi anavatandan uzaklara gönderemezdi. Ayrıca İspanya’nın NATO ve ABD baskısı ile Fas yakınındaki Ceuta Adasında gemiye yakıt ikmali yapmak üzere gemiye giriş izni vermemesi Rus Deniz Kuvvetlerini  daha da hırslandıracaktır. Bu nedenledir ki uçak gemisi görev grubunda bulunan akaryakıt tankeri  ile denizde ikmal yapması bile Savunma Bakanı tarafından gururla açıklanıyor.  Sonuç olarak Kuznetsov’un Doğu Akdeniz seferi Rus askeri stratejisinde önemli bir dönüm noktasıdır. Bu surecin arızasız başarı ile tamamlanması gelecek dönemde daha aktif kullanımı getirecektir.