Sinop
Baskını ve Kırım Savaşı. 30 Kasım 1853
günü Çarlık Rusya Karadeniz Donanması, Sinop’ta Osmanlı Donanmasının önemli bir
bölümünü yaktı. Tarihimize baskın olarak
geçmiş olsa da bu bir baskın değildi. Rus donanması Sinop açıklarına aniden
gelmemişti. Günlerce hazırlık yapılmıştı. Sanayi devrimini, bilimi, aklın
gücünü ıskalamış donanma, savaşa hazır değildi. Savaş baştan kaybedilmişti. Osmanlı
Filosu, 2700 denizcisini kaybetti.
19.
Yüzyıl NATO’su. Bu yenilgi Avrupa devletlerinin
Osmanlının yanında savaşa girmesini tetikledi. Amaç Osmanlıyı korumak değildi.
Onun üzerinden Rusya’nın Akdeniz’e inmesine engel olmaktı. İngiltere, Fransa ve
Piyemonte/Sardunya Krallıkları Osmanlının müttefiki olarak -yani 19’uncu
yüzyılın bir nevi NATO’su olarak- 12 Mart 1854’de Rusya’ya savaş ilan etti. Bu savaş aynı
zamanda yaşanan yüzyılın büyük oyununun bir parçasıydı. Rusların yenildiği
savaş sonrasında 1856 yılında imzalanan Paris Antlaşmasıyla Osmanlı
İmparatorluğu sözde Avrupa’nın bir parçası olarak kabul edildi ancak Osmanlı
deniz gücü komşusu Ruslarla birlikte Karadeniz’den dışlandı. 1838 yılında
İngiltere ile imzalanan Balta Limanı Antlaşması ile zaten ekonomik sömürge
haline gelen Osmanlı, Kırım Savaşı sonrasında Avrupa’nın gerçek bir sömürgesine dönüştü ve
çöküş kaçınılmaz hale geldi. Sultan Abdülmecit Osmanlının ilk dış borcunu da bu
savaşta almıştı. Savaşta Gelibolu ve İstanbul bölgelerinde yığınak yapan Avrupa
orduları, istila orduları gibi davranmıştı. Halk, yapılan hakaret ve
ahlaksızlıklardan usanmıştı. Kırım Savaşı,
13 Kasım 1918 günü Mondros ateşkesi sonrası başlayan Anadolu işgalinin aslında
ilk provasıydı. Başlangıçta Osmanlıyı Ruslardan korumak için girişilen
jeopolitik manevra, 1920’de Osmanlının başına Sevr felaketini getirmişti. Dost
diye kapılarını açtığımız Avrupalılar 19. yüzyıl ortasında Rusları Anadolu’dan uzak
tutmuş ama sonunda İmparatorluk topraklarını tek dişi kalmış canavar gibi işgal
etmişti. 1853’de başlayan süreç, 1878’de Ruslar Yeşilköy’e dayandığında İngiliz
Donanmasının Marmara’ya sokulması ile tekrar etmiş, karşılığında Mısır ve
Kıbrıs kaybedilmişti. Bu süreç Libya,
Balkan ve Birinci Dünya Savaşı ile tekrarlayıp durdu. Osmanlı parçalanmalıydı
ancak bunu ne Ruslar ne de yeni ortaya çıkan Almanlar (müttefik maskesi
altında) tek başına yapmamalıydı.
Birinci
Döngüye Mustafa Kemal Tokadı. 1853
Kırım süreci, birinci 70 yıllık döngü sonunda 1923’de Mustafa Kemal sayesinde
yeni bir cumhuriyetle durduruldu. Bu süreç İkinci Dünya Savaşına rağmen
tarafsız ve bağımsız bir şekilde 12 Mart 1947’ye kadar sürdü. Yine bir 12 Mart
günü Truman doktrini ilan edildi ve Mustafa Kemal’in cumhuriyeti bir kez daha
Sovyet notalarına karşı bu kez ABD ağabeyliğindeki Avrupa/Atlantik sistemin
himayesine sığındı. Halbuki Almanlar 1941’de Trakya’ya dayandığında bile
tarafsız Türkiye’ye saldıramamıştı. Yani Türkiye’nin o şartlarda dahi kimsenin
korumasına ihtiyacı yoktu. Daha da öte notalar döneminde Sovyetler henüz nükleer
bir güç değildi.
Truman
Doktrini ve İkinci Döngü. 12 Mart
1947’de başlayan ikinci 70 yıllık döngü de 15 Temmuz 2016 ‘ya kadar sürdü.
Türkiye’yi önce Mustafa Kemal’den daha sonra Ege ve Akdeniz’den uzaklaştıran
yeni süreç, başta ulusal savunma sanayinin gelişimini engelledi. Güdümlü
popülist bir demokrasi modeli ile yarı cahil bir halk kitlesinin yaratılmasını
hedefleyerek, dinin siyasete alet edilmesini her alanda teşvik etti. Komünizmle
mücadele adı altında Kemalizm’in yok edilmesi ve Atatürkçü Düşünce Sistemi gibi
soyut bir kavrama dönüştürülmesine katkı sağladı. 1950’de BM kararı ve TBMM
onayı olmadan binlerce Türk askerinin Kore’ye mazlumlara karşı savaşa gönderilmesini
sağladı. Bu sayede Türk insanının emperyalizm emrinde ucuz kan olduğunu ispat
eden ülkemiz 1952’de NATO ya kabul edildi. Kıbrıs ve Ege’de yaratılan Yunan
oldu bittilerinde her zaman onların yanında oldular. 1955’de Bağlantısızların
Bandung Konferansında mazlum milletlerin karşısına Mustafa Kemal’in Türkiye’sinin
hegemon Atlantik sistemin tetikçisi olarak çıkarılmasını teşvik ettiler. 1958’de
eski dostumuz Cezayir’in bağımsızlığına karşı
BM’de oy kullandırtılmasını sağladılar. Türk halkının haberi olmadan topraklarımıza
nükleer Jüpiter füzelerini yerleştirdiler. Yine haberimiz olmadan topraklarımızdan
Amerikan casus uçaklarının kaldırıldığını bir U2 uçağı, Sovyetler üzerinde
düşürüldüğünde öğrenebildik. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerini teşvik
ederek üretime dayalı karma ekonomik modelin neo liberal ekonomik sisteme
dönüşmesini sağladılar. Kıbrıs’ta açık bir Türk soykırımına mani olmak için müdahale
eden ülkemizi 4 yıl süren ambargo ve müteakiben Asala Ermeni terörü ve soykırım
yasaları ile cezalandırdılar. Soğuk Savaş sonunda cam dükkanına giren fil gibi,
Ortadoğu darmadağın edilirken Türkiye’yi yeni maceralara zorladılar. Irak,
Libya Suriye paramparça edilirken, Kürdistan’ın yani ikinci İsrail’in kurulmasını
hedeflediler ve Türkiye’nin parçalanması, küçülmesi, ulus devlet ile üniter yapısının
yok edilmesi için her türlü iç ve dış teşviklere yol verdiler. KKTC’nin akla
ziyan Annan Planı ile yok edilmesine destek verdiler. Karadeniz’deki Montreux
dengesini alt üst etmeye çalıştılar. Mustafa Kemal’in Türkiye’de yarattığı
değerleri yok etmeye yönelik her türlü eylemi destekleyen siyasi partilere destek
verirlerken, örümcek ağı gibi ülkeyi saran yıkıcı bölücü ve dönüştürücü tüm faaliyetlere
sivil toplum, insan hakları ve demokratikleşme adı altında milyonlarca dolar ve
avro akıttılar. Çin ve Rusya ile ilişkileri zora sokacak pek çok tertibe imza attılar.
En önemlisi FETÖ denen hain örgütü yarattılar. Geliştirdiler. Üzerlerinden
yürütülen kumpas davalara destek oldular.15 Temmuz 2016’da Türkiye’de bir iç
savaşın tetikçisi olarak sahaya sürdüler. Ama yenildiler.
Üçüncü 70
yıllık döngüye İzin Verme. Bugün
yeni bir konjonktür mevcut. Asya uyandı. Türkiye uyanıyor. Komşuları ile Batı
Asya’da kendi bölgesinin jeopolitik kaderini ele almayı öğreniyor. Türk ekonomisi,
demografik gücü ve savunma sanayi 1853 ve 1947 şartlarıyla kıyaslanamaz. İkinci
döngüyü kırmakta olduğumuz günlerde, bu topraklarda atalarımızın imparatorluk
kurduğunu, Kurtuluş Savaşı ve Kuruluş devrimleri ile emperyalizme ilk tokat
atabilen ulus olduğumuzu unutmamamız
gerekir. Ayrıca, vatan topraklarımız tarihte Türklerden başkası tarafından
kurtarılmadı. Türk halkı kendine güvenmelidir. 1923-1946 arası döneme yeniden
dönebilme artık potansiyel bir vizyon değil, kinetik bir gerçeklik olmalıdır.
Atatürk’ün 13 Kasım 1918 günü sarf ettiği 3 kelime her zaman rehberimiz
olmalıdır: GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER.