29 Kasım 2017 Çarşamba

Kendine Güven Türkiye. 70 yıllık döngülere son ver


 
 Kendine Güven Türkiye. 70 yıllık döngülere son ver.

Sinop Baskını ve Kırım Savaşı. 30 Kasım 1853 günü Çarlık Rusya Karadeniz Donanması, Sinop’ta Osmanlı Donanmasının önemli bir bölümünü yaktı.  Tarihimize baskın olarak geçmiş olsa da bu bir baskın değildi. Rus donanması Sinop açıklarına aniden gelmemişti. Günlerce hazırlık yapılmıştı. Sanayi devrimini, bilimi, aklın gücünü ıskalamış donanma, savaşa hazır değildi. Savaş baştan kaybedilmişti. Osmanlı Filosu, 2700 denizcisini kaybetti.
19. Yüzyıl NATO’su. Bu yenilgi Avrupa devletlerinin Osmanlının yanında savaşa girmesini tetikledi. Amaç Osmanlıyı korumak değildi. Onun üzerinden Rusya’nın Akdeniz’e inmesine engel olmaktı. İngiltere, Fransa ve Piyemonte/Sardunya Krallıkları Osmanlının müttefiki olarak -yani 19’uncu yüzyılın bir nevi NATO’su olarak- 12 Mart 1854’de  Rusya’ya savaş ilan etti. Bu savaş aynı zamanda yaşanan yüzyılın büyük oyununun bir parçasıydı. Rusların yenildiği savaş sonrasında 1856 yılında imzalanan Paris Antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu sözde Avrupa’nın bir parçası olarak kabul edildi ancak Osmanlı deniz gücü komşusu Ruslarla birlikte Karadeniz’den dışlandı. 1838 yılında İngiltere ile imzalanan Balta Limanı Antlaşması ile zaten ekonomik sömürge haline gelen Osmanlı, Kırım Savaşı sonrasında  Avrupa’nın gerçek bir sömürgesine dönüştü ve çöküş kaçınılmaz hale geldi. Sultan Abdülmecit Osmanlının ilk dış borcunu da bu savaşta almıştı. Savaşta Gelibolu ve İstanbul bölgelerinde yığınak yapan Avrupa orduları, istila orduları gibi davranmıştı. Halk, yapılan hakaret ve ahlaksızlıklardan usanmıştı. Kırım Savaşı,  13 Kasım 1918 günü Mondros ateşkesi sonrası başlayan Anadolu işgalinin aslında ilk provasıydı. Başlangıçta Osmanlıyı Ruslardan korumak için girişilen jeopolitik manevra, 1920’de Osmanlının başına Sevr felaketini getirmişti. Dost diye kapılarını açtığımız Avrupalılar 19. yüzyıl ortasında Rusları Anadolu’dan uzak tutmuş ama sonunda İmparatorluk topraklarını tek dişi kalmış canavar gibi işgal etmişti. 1853’de başlayan süreç, 1878’de Ruslar Yeşilköy’e dayandığında İngiliz Donanmasının Marmara’ya sokulması ile tekrar etmiş, karşılığında Mısır ve Kıbrıs kaybedilmişti.  Bu süreç Libya, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı ile tekrarlayıp durdu. Osmanlı parçalanmalıydı ancak bunu ne Ruslar ne de yeni ortaya çıkan Almanlar (müttefik maskesi altında)  tek başına yapmamalıydı.
Birinci Döngüye Mustafa Kemal Tokadı. 1853 Kırım süreci, birinci 70 yıllık döngü sonunda 1923’de Mustafa Kemal sayesinde yeni bir cumhuriyetle durduruldu. Bu süreç İkinci Dünya Savaşına rağmen tarafsız ve bağımsız bir şekilde 12 Mart 1947’ye kadar sürdü. Yine bir 12 Mart günü Truman doktrini ilan edildi ve Mustafa Kemal’in cumhuriyeti bir kez daha Sovyet notalarına karşı bu kez ABD ağabeyliğindeki Avrupa/Atlantik sistemin himayesine sığındı. Halbuki Almanlar 1941’de Trakya’ya dayandığında bile tarafsız Türkiye’ye saldıramamıştı. Yani Türkiye’nin o şartlarda dahi kimsenin korumasına ihtiyacı yoktu. Daha da öte notalar döneminde Sovyetler henüz nükleer bir güç değildi.
Truman Doktrini ve İkinci Döngü. 12 Mart 1947’de başlayan ikinci 70 yıllık döngü de 15 Temmuz 2016 ‘ya kadar sürdü. Türkiye’yi önce Mustafa Kemal’den daha sonra Ege ve Akdeniz’den uzaklaştıran yeni süreç, başta ulusal savunma sanayinin gelişimini engelledi. Güdümlü popülist bir demokrasi modeli ile yarı cahil bir halk kitlesinin yaratılmasını hedefleyerek, dinin siyasete alet edilmesini her alanda teşvik etti. Komünizmle mücadele adı altında Kemalizm’in yok edilmesi ve Atatürkçü Düşünce Sistemi gibi soyut bir kavrama dönüştürülmesine katkı sağladı. 1950’de BM kararı ve TBMM onayı olmadan binlerce Türk askerinin Kore’ye mazlumlara karşı savaşa gönderilmesini sağladı. Bu sayede Türk insanının emperyalizm emrinde ucuz kan olduğunu ispat eden ülkemiz 1952’de NATO ya kabul edildi. Kıbrıs ve Ege’de yaratılan Yunan oldu bittilerinde her zaman onların yanında oldular. 1955’de Bağlantısızların Bandung Konferansında mazlum milletlerin karşısına Mustafa Kemal’in Türkiye’sinin hegemon Atlantik sistemin tetikçisi olarak çıkarılmasını teşvik ettiler. 1958’de eski dostumuz  Cezayir’in bağımsızlığına karşı BM’de oy kullandırtılmasını sağladılar. Türk halkının haberi olmadan topraklarımıza nükleer Jüpiter füzelerini yerleştirdiler. Yine haberimiz olmadan topraklarımızdan Amerikan casus uçaklarının kaldırıldığını bir U2 uçağı, Sovyetler üzerinde düşürüldüğünde öğrenebildik. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerini teşvik ederek üretime dayalı karma ekonomik modelin neo liberal ekonomik sisteme dönüşmesini sağladılar. Kıbrıs’ta açık bir Türk soykırımına mani olmak için müdahale eden ülkemizi 4 yıl süren ambargo ve müteakiben Asala Ermeni terörü ve soykırım yasaları ile cezalandırdılar. Soğuk Savaş sonunda cam dükkanına giren fil gibi, Ortadoğu darmadağın edilirken Türkiye’yi yeni maceralara zorladılar. Irak, Libya Suriye paramparça edilirken, Kürdistan’ın yani ikinci İsrail’in kurulmasını hedeflediler ve Türkiye’nin parçalanması, küçülmesi, ulus devlet ile üniter yapısının yok edilmesi için her türlü iç ve dış teşviklere yol verdiler. KKTC’nin akla ziyan Annan Planı ile yok edilmesine destek verdiler. Karadeniz’deki Montreux dengesini alt üst etmeye çalıştılar. Mustafa Kemal’in Türkiye’de yarattığı değerleri yok etmeye yönelik her türlü eylemi destekleyen siyasi partilere destek verirlerken, örümcek ağı gibi ülkeyi saran yıkıcı bölücü ve dönüştürücü tüm faaliyetlere sivil toplum, insan hakları ve demokratikleşme adı altında milyonlarca dolar ve avro akıttılar. Çin ve Rusya ile ilişkileri zora sokacak pek çok tertibe imza attılar. En önemlisi FETÖ denen hain örgütü yarattılar. Geliştirdiler. Üzerlerinden yürütülen kumpas davalara destek oldular.15 Temmuz 2016’da Türkiye’de bir iç savaşın tetikçisi olarak sahaya sürdüler. Ama yenildiler.
Üçüncü 70 yıllık döngüye İzin Verme. Bugün yeni bir konjonktür mevcut. Asya uyandı. Türkiye uyanıyor. Komşuları ile Batı Asya’da kendi bölgesinin jeopolitik kaderini ele almayı öğreniyor. Türk ekonomisi, demografik gücü ve savunma sanayi 1853 ve 1947 şartlarıyla kıyaslanamaz. İkinci döngüyü kırmakta olduğumuz günlerde, bu topraklarda atalarımızın imparatorluk kurduğunu, Kurtuluş Savaşı ve Kuruluş devrimleri ile emperyalizme ilk tokat atabilen  ulus olduğumuzu unutmamamız gerekir. Ayrıca, vatan topraklarımız tarihte Türklerden başkası tarafından kurtarılmadı. Türk halkı kendine güvenmelidir. 1923-1946 arası döneme yeniden dönebilme artık potansiyel bir vizyon değil, kinetik bir gerçeklik olmalıdır. Atatürk’ün 13 Kasım 1918 günü sarf ettiği 3 kelime her zaman rehberimiz olmalıdır: GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER.



20 Kasım 2017 Pazartesi

Mavi Vatanın 34 Yıllık Güney Kalesi: KKTC


 




Mavi Vatanın 34 Yıllık Güney Kalesi: KKTC
                  Geçen Hafta KKTC’nin 34. yaş günüydü. Ne mutlu Kıbrıslı soydaşlarımıza; Ne mutlu Anadolu’ya. Doğu Akdeniz’de bağımsız ikinci bir Türk devletinin, geride 34 yılı bırakmış olması başlı başına bir başarıdır. İzolasyonlar, ambargolar, Rumlar ile coğrafi esaslara bağlı federatif birleştirme planları, Türkiye’de AB üyeliği uğruna Kıbrıs’taki Türkleri ikinci sınıf azınlık durumuna düşürmeye hazır,  Türk Ordusuna işgalci diyen, jeopolitik cahili  aymazlara rağmen, bu büyük bir başarıdır.
Dünya yepyeni bir çağa giriyor. Her hafta jeopolitik ve jeoekonomik sonuçları olan inanılmaz olaylara şahit oluyoruz. Geçen hafta Alman Der Spiegel Dergisinin  Çince kapakla çıkarak, Çin ekonomisini bir numaraya taşıyan habere imza atması; ya da  1990 yılından bu yana Atlantik sistemin stratejik ve ekonomik yatırım yaptığı Barzanistan’ın 48 saatte yıkıldığı bir konjonktürde KKTC’nin bağımsız bir varlık olarak geleceğe daha güçlü ve umutlu bakma zamanı gelmiştir. KKTC’nin ihtiyacı olan tek şey kendine ve Türkiye’ye güvenmesidir. Devletlerin hayatlarında hataları olabilir. Ancak talihin ve tarihin bu hatalı dönemlerde sürprizler yarattığı da vakıadır. 2004 yılında Rumların Annan Planına Hayır demesi Türklerin geleceğini kurtarmıştır. O dönem Atlantik sistemin daha doğrusu emperyalizmin gerçek yüzünü tanımamakta ısrar eden ve KKTC’nin kurucu Başkanı Merhum Rauf Denktaş’ın uyarılarına kulak tıkayan ve hatta onu küçük düşürücü davranışlarda bulunan Türk Hükümet mensupları 15 Temmuz 2016 gecesi aynı sistemin sadece iktidarın canına değil, tüm Türkiye’nin canına kastettiğini acı bir tecrübe ile anladı. Aynı emperyal sistem 1959-1960 kurucu anayasa, güvenlik ve garanti antlaşmalarına rağmen Kıbrıs’taki Türklerin de canına kastetmiş, 1963 yılında Makarios’un tek taraflı anayasayı değiştirme teklifinden kısa süre kanlı Noel’de  kadın ve çocukları dahi acımadan katletmesine seyirci kalmıştı. Lefkoşa’daki Barbarlık Müzesini gezerken yaşanan duygular çok ağırdır. Bu acıları yaşayan nesiller hayattadır. Annan Planına evet diyen ya da dedirtmek için her şeyi yapanlar, bu müzeye gidebilir mi? merak ediyorum. KKTC’nin Annan Referandum felaketi gibi bir olayı  şans eseri atlatması bir daha tekrar etmez. O nedenle mevcut ve gelecekteki iktidarların KKTC’nin geleceğine yönelik kararlarda jeopolitik yasalar ile hareket etme zamanı artık çoktan gelmiştir. KKTC’nin Jeopolitik kaderi sadece Kıbrıs Türklerinin geleceğini şekillendirmez. Anadolu’nun kaderi de ona bağlıdır.
KKTC’ye tam Bağımlı Anadolu. Türkiye’nin güvenlik, savunma, refah ve mutluluğu çevrelendiği denizlerle iç içedir. Denizlerden soyutlanmamız yok olmakla eşdeğerdir. Deniz jeopolitiğimiz bu ilişkinin çerçevesini çizer. Merkezinde Türk Boğazları, Mavi Vatan yani deniz yetki alanlarımız ve KKTC vardır. Kıbrıs’ın kuzey kıyıları Türklerin elinde olmadığı sürece Anadolu rahat uyuyamaz. Türk gemileri Doğu Akdeniz’de emniyetle seyir yapamaz. Mavi Vatan dipleri yani deniz yetki alanlarımız refah üretemez. Bu nedenle temel jeopolitik yasa, Anadolu’nun her şartta  güneyden, yani Kıbrıs adası üzerinden kuşatılmasını reddeder. Bu kuşatma 1878 yılından 1974 yılına kadar sürdü. 15 Temmuz 1974 günü adada girişilen Nikos Sampson darbesi, Anadolu’nun karşısına asırlar içinde çıkacak yegane fırsatı sundu. Bu fırsatı günün konjonktürüne göre çok iyi kullanan atalarımız, 120 saat içinde Girne’de kıyı başını tuttu. 15 Kasım 1983’de de KKTC’yi ilan etti. Dünyanın Asya çağına hazırlandığı yeni dönemde bu stratejik kazanım, yani adada bağımsız Türk varlığına sahip olmanın Türkiye için  jeopolitik sonuçları çok değerlidir.
KKTC İkinci Donanmadır. Zira bu jeopolitik varlık, Lozan’da kaybedilen Ege adaları nedeni ile batıdan kuşatılmışlığımıza verilen en büyük cevaptır. Bir kaldıraçtır. KKTC’deki Türk askerinin varlığı ikinci bir donanma yaratmak kadar önemlidir. Bu kolordu sadece Güney Kıbrıslıların değil aynı zamanda Yunanistan’ın emrivakilerine de caydırma sağlamaktadır. Sanayi, nüfus ve dolayısı ile güçlü ekonomi ve demografileri olmayan GKRY ve Yunanistan, bugüne kadar Türkiye’ye karşı genişlemede daima batıyı yani emperyalizmi arkalarına almıştır. Ancak bugün durum çok farklıdır. 81 milyon nüfusu ve  dünyanın 13. büyük ekonomisi ile  Türkiye’nin savunmada dışa bağımlılığı her geçen gün azalıyor. 1984’den bu yana özel harp ve gerilla savaşında tecrübe birikimi olan bir ordumuz, kendi savaş gemisini ve silahlarını büyük oranda milli olarak yapan bir donanmamız var. Hepsinden öte Türkiye’de baca,  yani sanayi var. Her iki ülke de Türkiye’yi askeri alanda karşılarına alamayacaklarını biliyor. Bu nedenle yumuşak güç unsurlarını ve Bizans entrikalarını AB ve ABD üzerinden kullanarak siyasi hedeflerine erişmeyi hedefliyor.
Bağımsızlık Tek Seçenek. Türk ve KKTC Hükümetleri kendine güvenmeyi öğrenebilse, yeni konjonktürde Batı Asya ile her alanda işbirliğini geliştiren Türkiye’nin KKTC’nin bağımsız bir varlık olarak hayatını idame edebileceğini görecektir. Bunun için adımlar atılması gerekir. Türkiye ile KKTC arasında serbest ticaret anlaşmasının hayata geçirilmesi; Türk işadamlarının Barzanistan’a son 15 yılda yaptığı yatırımların benzerini KKTC’de yapmaları için Türk Hükûmetinin teşvikler çıkarması; AB’nin geçen haftalarda ilan ettiği  ortak ordu kurmaya yönelik PESCO (Daimi Yapılandırılmış İşbirliği) girişiminden sonra Türk Silahlı Kuvvetlerinin KKTC’de deniz ve hava üssü kurması; KKTC’nin bağımsız be devlet olarak GKRY’nin 2004 yılında yaptığı gibi kendi MEB sahasını ilan etmesinin zamanı çoktan gelmiştir. KKTC’nin geleceği Anadolu’nun geleceğidir. Mavi Vatanımızın geleceğidir. Bağımsız KKTC varlığı Türkiye ve KKTC’nin artık temel ve değiştirilemez vizyonu olmalıdır. Her kim ki yeniden müzakere süreci ya da federal çözüm diyorsa bilin ki sadece KKTC’nin değil, Anadolu’nun geleceğini de tehlikeye atıyordur. Unutulmamalıdır ki, KKTC yavru vatan değildir. Anavatanın ta kendisidir.

 (Geçen haftaki Atatürk ve Türk Sovyet Rusya İlişkileri yazımın birinci paragrafında ‘’Musavatçlar Azerbaycan’ı kurarak cümlesinde Azerbaycan yerine Ermenistan; İkinci paragrafta Moskova Antlaşmasının tarihi 16 Mart  1921 yerine 7 Temmuz 1921 sehven yazılmıştır. Düzeltir ve okuyuculardan özür dilerim. CG)

15 Kasım 2017 Çarşamba

Mustafa Kemal ve Türkiye-Sovyet Rusya İlişkileri


 




Mustafa Kemal ve Türkiye-Sovyet Rusya İlişkileri
                  Birinci Dünya Savaşının sonunda dünya siyasi haritası alt üst oldu. Alman, Avusturya Macaristan, Rus ve Osmanlı İmparatorlukları artık yoktu. Bugünlerde 100. Yılı kutlanan anti-emperyalist komünist bir devrim ile mavi kanlı batı monarşilerinden kopan Rusya’da 1918-1922 arasında devam eden emperyal destekli işgal ve iç savaşın bir benzeri Anadolu’da yaşanıyordu. Kuvayı Milliye ile emperyalist işgalci devletler arasındaki bu savaşın bir amacı da Anadolu’nun gerek  Rusya gerekse Orta Asya Türk toplulukları ile irtibatını kesmekti. Transkafkasya üzerinde jeopolitik bir engel yaratarak Bakü petrollerinin kontrolünü sağlamak da amaçlardandı. Emperyalizmin planına göre Taşnaklar Ermenistan’ı, Menşevikler Gürcistan’ı ve Müsavatçılar Azerbaycan’ı kurarak "Kafkas Seddi"ni oluşturacaktı. Mustafa Kemal, Sevr imzalanmasından 6 ay önce 5 Şubat 1920 günü “Kafkas Seddi” üzerine “Kafkas Seddi’nin yapılmasını Türkiye’nin kati mahvı projesi sayıp bu seddi İtilaf Devletleri’ne yaptırmamak için en son vasıtalara müracaat etmek ve bu uğurda her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetindeyiz” demişti.
Türk Rus yakınlaşması. Bu sözlerde 3 ay sonra Kastamonu Milletvekili Yusuf Kemal (Tengişerk) başkanlığındaki Türk heyeti 25 Mayıs 1920 de Moskova’da ilk siyasi diplomatik görüşmelere başlar. Arkası gelir. 1921 Şubatında ilk Büyükelçimiz Ali Fuat (Cebesoy) Paşa Moskova’dadır. I. İnönü zaferinden sonra Ankara Hükümetinin kendine güveni artmıştır. Ancak Enver Paşa yanlısı  Sovyet Hariciye Komiseri Çiçerin ayağını sürümektedir. Lenin ve Stalin’in müdahaleleri ile ilişkiler rayına girer. Böylece bir ittifak anlaşmasından ziyade savaşın lojistiğine katkı sağlayacak mutabakat sağlanır ve Lenin Hükümeti 1921 baharında 10 milyon altın ruble vermeyi kabul eder. 1920 Eylülünde ilk cephane sevkiyatı başlar. Bu süreç sonunda 16 Mart 1921’de Moskova antlaşması imzalanır. Kafkas seddi yıkılmaya başlamıştır. Ama 3 ay sonra Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması Sovyet tarafında endişe yaratır. Benzer endişeler de Enver Paşa sebebi ile Türk tarafında vardır. Ancak her iki ülke de ortak düşman batı emperyalizminin ağır saldırısı altında ilişkilerinin bozulmasını istemez. Sovyet Rusya Türkiye’nin batıya kaymasından çekiniyordu. Mustafa Kemal de Sovyet Rusya’ya askeri ve ekonomik yönden ihtiyaç duyuyordu. Atatürk ve Lenin liderliğinde Türk - Sovyet  Rusya ilişkileri geçmişte 13 kez savaşmış olmalarına rağmen güçlendi. Böylece Sovyet Rusya’dan gelen savaş cephanesinin katkısı ile Kurtuluş Savaşı sürdürülebildi.
General Frunze’ün Ziyareti. Mustafa Kemal bu dönemde en yakın desteği gördüğü Moskova’ya resmi bir ziyarette bulunmadı. Benzer şekilde Lenin veya Stalin de Türkiye’ye gelmedi. Ancak Türkiye’den üst düzey bir general olan Ali Fuat Cebesoy’un Moskova’ya Büyükelçi olarak atanması önemli bir işaret olmuştur. Diğer yandan 1921 Aralık ayında Sovyet Rusya’nın en seçkin generallerinden, devrim kahramanı ve Vrangel ordularını yenen Mihail Frunze’ü olağanüstü elçi sıfatı ile Ankara’ya göndermesi de önemli bir güven işareti olmuştur. Bu ziyaret ve gelişen ilişkilerde Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Aralov ve  Azerbaycan Büyükelçisi Ebilov’un büyük rolü olmuştur. Frunze’ün ziyareti karşılıklı güven ortamını geliştirirken, yumuşamayı da beraberinde getirmiştir. Frunze ziyaretinde Türk ordusunun ihtiyaçları ve Fransızlarla imzalanan Ankara Antlaşması hakkında ayrıntılı bilgi aldı. Frunze, Ankara’dan Hariciye Komiseri Çiçerin’e çektiği 22 Aralık 1921 tarihli telgrafta, resmi görüşmelere başlamadan edindiği ön izlenimlerini şöyle anlatıyordu.
     “Dün akşam Kemal görüşmeye geldi… Bana, düşmana üstün gelmek ve onu Anadolu’dan atmak için ihtiyaç duydukları silah sayısını belirtti....Şunları söyledi:  Eğer iki-üç ay içinde; bahara kadar belirtilen araçları bulamazsak, diplomasi yolunu seçmek zorunda kalırız. Ben bunu istemiyorum. Biliyorum ki Batıyla anlaşmak, kaçınılmaz olarak Türkiye’nin istilası anlamını taşır. Şu anki durumda üstün gelemeyebiliriz.’’ 25 Aralık 1921 günü yapılan ikinci görüşmede Frunze Mustafa Kemal’e “Sizin ekonominizin yeniden kurulmasında yardımcı olmak istiyoruz. Ancak siz, bizim ekonomik durumumuzu ve güçlüklerimizi biliyorsunuz. Bu nedenle istemlerinizde, bunları uygulama olanaklarımızı dikkate almanız gerekiyor’’ derken, Mustafa Kemal de Frunze’e “Ben iyi anlıyorum ki, insanlık en sonunda birleşmeli ve kardeşçe bir yaşam sürmelidir. İnsanlığın birleşmesi ve tüm anormalliklere, karşılıklı düşmanlıklara son vermesi için, ilk önce bu anormallikleri doğuran nedenler, yani insanın insan tarafından sömürülmesi sistemi ortadan kaldırılmalıdır.’’ Diyordu.
(Bu alıntılar için Sayın Yavuz Aslan’ın Kaynak Yayınlarından 2002 yıloında çıkan ‘’Mustafa Kemal M. Frunze Görüşmeleri - Türk Sovyet ilişkilerinde Zirve’’ isimli kitap ile Sayın Kemal Anadol’un 2018 başında çıkacak ‘’Kulağım Karadeniz’de’’ isimli kitaptan yararlanılmıştır.)
Kıssadan Hisse. Bundan kabaca 100 yıl önce Türk ve Rus jeopolitik rotaları Atatürk ve Lenin dostluğu altında emperyalizme karşı ortak cephe oluşturmuştu. Bugün geçmiş tekrar ediyor. Kafkas seddi yerine Doğu Akdeniz Seddi var. Suriye, Irak işgalleri, PKK, PYD, YPG, İŞİD, Kıbrıs’ın birleştirilme baskıları, Doğu Akdeniz’de Türkiye’den çalınmaya zorlanan 100 bin km2 deniz yetki alanı, Ege’de Yunan küstahlıkları ve ada/adacık işgalleri, Doğu Akdeniz’de Türkiye karşıtı İsrail, GKRY, Yunanistan ve ABD ortak deniz tatbikatları, 71 yıldır bağlı olduğu batı ittifakının Türkiye’yi getirdiği son noktadır. Ortadoğu batı tarafından fütursuzca etnik ve mezhep temelli çatışmalara hazırlanırken, Türk-Rus ilişkilerinin karşılıklı güven ve işbirliğine Kafkas Seddi dönemi kadar ihtiyacımız var. Bu ilişkinin bozulması için Türkiye’de son 71 yıllık Atlantik indoktrinasyonunun, teori ve pratiği ile  her alanda saldırıya geçeceğini tahmin etmek zor değildir. Türkiye, devleti ve halkı ile buna direnebilmelidir.



8 Kasım 2017 Çarşamba

NATO-Türkiye İlişkileri: Bon Pour L’Orient


 
NATO-Türkiye İlişkileri: Bon Pour L’Orient
25 Ekim 2017 tarihinde NATO Askeri Komitesi Başkanı Çek Orgeneral Petr Pavel, Washington DC’ de Savunma Yazarlarına verdiği bir demeçte Türk Silahlı Kuvvetlerinin Rusya’dan S-400 Hava Savunma Füze sistemi almasını eleştirerek aba altında sopa gösterdi. Türkiye’nin bu hamlesinin sonuçları olacağını ve buna Türkiye’nin katlanması gerektiğinin altını çizdi. Pavel, “Egemenlik ilkeleri elbette savunma donanımlarının alımında da geçerli. Ama ülkeler her ne kadar karar vermede bağımsız olsalar da aldıkları kararın sonuçlarına katlanmak konusunda da bağımsızdırlar” dedi. Bu kararın Türkiye’yi NATO’nun herhangi entegre hava savunma sistemi dışında tutacağını ve diğer teknik kısıtlamalarla karşılaşacağını vurguladı. Tipik bir Bon pour L’Orient durumu ile karşı karşıyayız.

Yunanistan Rus S-300 Sistemi Sahibi. Dört sene öncesine 2013 yılına gidelim. Girit Adasındaki NATO’ya ait NAMFI tesislerinde Yunanistan Hava Kuvvetleri’ne ait Rus yapımı S-400 sisteminin kardeş sistemi S-300 uzun menzilli hava savunma füze sisteminin 13 Aralık 2013 günü fiili atışları gerçekleştirildi. Bu füzeler Türkiy’nin baskıları sonucu Güney Kıbrıs’tan alınarak Yunanistan’ın envanterine 1998 yılında girmişti ve 15 yıl sonra ilk kez eğitim atışı yapılıyordu. Ne acı bir tesadüftür ki atışın yapıldığı gün Türk Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Atina’ya resmi ziyarette bulunuyordu. Dışişleri Bakanlığı bu tatbikatın yapılacağını bildiği halde görüşmeyi iptal etmemişti. Daha büyük bir skandal, seçkin gözlemci gününe NATO ülke temsilcileri, Kıbrıs Rum Yönetimi lideri ve maalesef Türk subaylarının da katılmış olmasaydı. Atina Büyükelçiliğinde görevli iki askeri ataşe, Yunanistan’ın daveti üzerine, test atışlarına Genelkurmay Başkanlığı talimatıyla katılmıştı. Bu atışlar NATO tesislerinde NATO ülkelerinin davetli gözlemcileri ve Rus Savunma Sanayi Atina ataşesi huzurunda yapılırken, Türkiye bir yandan 2012 Ekim ayından itibaren Çin’e ait CPMIEC firması ile yürüttüğü HQ-9 (FD 2000) uzun menzil hava savunma füze sistemi tedarik süreci yüzünden azar işitiyordu. ABD’den NATO Genel Sekreterine; Morgan&Stanley’den AB’ye kadar önüne gelen Türkiye’yi azarlıyordu. Hatırlanacağı üzere bu azarlar sonrası Türkiye, Antalya Belekte 16 Kasım 2015 tarihinde -yani FETÖ darbesinden sekiz ay önce- yapılan G 20 zirvesinde Çin heyetine iptal kararını sürpriz bir şekilde açıklamıştı. Bu karar o dönem Türk Çin ilişkilerinin büyük yara almasına ve dibe vurmasına neden olmuştu.

Rusya’dan Füze Siparişi. Türkiye’nin NATO/ABD baskısı sonucu Çin füze sisteminden vaz geçmesinden yedi ay öncesinde 15 Nisan 2015 tarihinde Çipras Hükümetinin Savunma Bakanı Kammenos da, Başbakanlarının Moskova ziyaretinden kısa bir süre sonra Rus RIA haber ajansına verdiği bir demeçte Rusya’dan yeni S 300 füzeleri ile yedek parçalarının alınacağını beyan ediyordu.

Türklere neden yasak? NATO, Türkiye’nin Çin’den füze almasını engellemek için dolaylı tutum stratejisi uygulamış, önce 2013 yılında hayati çıkarlarımızın olduğu Ege’de dengeleri alt üst edecek uzun menzilli Rus füze sistemini 15 yıl sonra NATO tesislerini kullanarak denetmiş, test atışlarına NATO gözlemcilerinin ve Rus Savunma Sanayi ataşesi diplomatın davet ettirilmesini sağlamıştı. Yunanistan’ın subaylarının maaşını dahi ödemekte zorlandığı bir ortamda yapılan bu gösteri Türkiye’yi Egede caydırmaya yönelik değildi. Zira o dönemde FETÖ kadroları TSK’yı kanser gibi sarmıştı. Ergenekon ve Balyoz gibi  kumpas davalar sonucu zaten TSK teslim alınmıştı. Yani Ege’de Türk çıkarlarının korunması söz konusu değildi. Güney Ege’de Türk Hava Kuvvetlerinin ve dolayısı ile Cumhuriyet Donanmasının harekâtını çok ciddi bir şekilde engelleyecek S-300 füze sisteminin, fiili atışla ilk kez denendiği tatbikata, Türk subayların Genelkurmay Başkanlığı emri ile iştirak etmesi ve aynı zaman diliminde, Dışişleri Bakanının Atina’da Yunan meslektaşıyla bir araya gelerek Ege’de barıştan bahsetmesinin mantıklı bir izahı yoktur.
Bon Pour L’Orient: Yani ‘’Şark  için yeter de artar’’ söylemi, NATO’da ve Atlantik sistemde Türkiye için Atatürk dönemi hariç söylenegelmiştir.  Zira hep boyun eğilmiştir. Girit’teki atışları, Çin füze sisteminin iptal kararını ve bugün Çek bir generalin Türkiye’yi NATO üzerinden tehdit etmesini başka nasıl izah edelim. Yunanistan Rus füzelerini NATO tesisinde deniyor. NATO gözlemcilerini davet ediyor. Daha da öte Rus Savunma Sanayi ataşesinin Atina’dan başarılı test sonuçları ile ilgili deklarasyonuna izin veriyor. Ancak Türkiye kanlı 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Rusya ve Çin ile yakınlaşmaya başlayınca yer yerinden oynuyor.
Türkiye’nin çıkarları ve NATO
Günümüzde Türkiye, içerde ve dışarıda ayrı ayrı iki ana tehditle, karşı karşıyadır. İçerde PKK merkezli ayrılıkçı Kürt hareketi ve ABD merkezli FETÖ, devletin anayasal düzeni ile ulus devlet yapısına büyük tehdit teşkil etmektedir. Dışarıda ise Kıbrıs ve Yunanistan kaynaklı jeopolitik sorunların yanında Irak ve Suriye’de denize çıkışı olan büyük Kürdistan kurulması en ciddi tehditler arasındadır. NATO her iki iç ve dış tehdit ile mücadelede Türkiye’nin yanında değildir. Aslında pek çok NATO müttefikimiz başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere söz konusu  tehditlere açık destek olmaktadır. PKK ve FETÖ’ye silah ve eğitim ve barınma ile koruma sağlamaktadırlar. NATO ve AB’nin Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Ege sorunlarında Türkiye lehinde bugüne kadar tek bir hamlesi olmamıştır. AB’nin yayınladığı Deniz Yetki Alanları haritalarında son 15 yıldır Türkiye Antalya Körfezine hapsediliyor. Bu nasıl ittifak anlayışıdır? NATO’nun kuruluş amacı olan Sovyetlerin bugünkü ardılı Rusya Federasyonu ise Türkiye ile son derece dengeli ve iyi ilişkilere sahip. Diğer bir deyişle Türkiye’nin NATO’ya girme nedeni olan Sovyet tehdidi bugün ortadan kalkmıştır. Dolayısı ile Türkiye için kuzeydeki yakın tehdit ekseni ortadan kalkmıştır. Atatürk Lenin dönemine benzer koşullar oluşmuştur.  Mevcut konjonktürde NATO’nun Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı kısa uzun ve orta vadedeki tehdit ve risklerin önlenmesine  katkısının olduğunu söylemek mümkün değildir. NATO’nun  Türkiye’yi zoraki bir evlilikte tutması artık zor bir sürece girmiştir.



3 Kasım 2017 Cuma

unanistan Cumhurbaşkanı ve Gri Bölgeler


 




Yunanistan Cumhurbaşkanı ve Gri Bölgeler
Yunan Tragedyası. 30 Eylül 1920 günü Yunanistan’ın genç kralı Alexandre, sarayın maymununun köpeğine saldırdığı bir karmaşada kalçasından bir ısırık aldı. Üç hafta sonra 25 Ekim günü kan zehirlenmesinden öldü. Sürgündeki babası geri döndü ve Gounaris liderliğindeki kralcı partiye destek vererek Venizelos’u seçimle devirdi. Seçimde ‘’Venizelos Savaş, Gounaris Barıştır’’ ve  ‘’Konstantin ve Terhis’’; sloganları ile oylar toplanmıştı. Yunanistan’ı Anadolu macerasına sokan Venizelos devrilmişti ancak halk, barış beklerken tam aksi oldu. Kral Konstantin  Anadolu’daki savaşadevam kararı aldı. Ordunun başında İzmir’e geçmeden şunları söylemişti: Helenizm’in yüzyıllardır savaştığı o yerlerdeki Ordunun başına geçmek üzere yola çıkıyorum...Bu parlak uygarlık geçmişi, bize yüksek sorumluluk gerektiren görevler yüklemektedir... Milletin yüce iradesinin beni çağırdığı oraya gidiyorum.” 12 Temmuz 1921 de Lemnos zırhlısı ile  İzmir’e vardığında denizde ve karada yapılan karşılama, Atina’daki törenden çok daha görkemliydi. Kral Konstantin, İzmir’in ana limanı Pasaport’a değil, anlamlı bir mesaj vererek, Haçlı seferlerinde Kral Richard’ın karaya çıktığı Karşıyaka’ya ayak bastı. Tam tamına 1 yıl 7 hafta sonra tarihlerinin en büyük hezimeti ile Anadolu topraklarından sonsuza dek kovuldular. 1830 yılında emperyalizmin kurduğu devlet emperyalizmin teşviki ile Anadolu’ya saldırmış ve sonucunda Türk milletinden büyük bir dayak yemişti.  Sonuçta Kral sürgüne gönderildi, Başbakan ve 6 devlet adamı/general idam edildi.  Venizelos sürgünden geri geldi ve 1930 Türkiye ziyareti ile Türk Yunan dostluğunu başlattı. Bu dostluk gerek İkinci Dünya Savaşı gerekse Yunanistan İç Savaşı sırasında artarak devam etti.
Bu olayları neden anlattım? Türk Tarih Kurumu 19 Ekim 2017 günü İzmir’de Uluslararası Ege Adaları Sempozyumu icra etti.  Ana konu, Ege’de egemenliği tartışmalı ada adacık ve kayalıklar sorunu idi. Diğer taraftan  20 Ekim 2017 günü Semadirek adasındaki bir törende konuşan  Yunanistan Cumhurbaşkanı Pavlopoulos “Biz özgürlük ve doğruluk halkıyız. Yayılmacı savaşlar yapmadık, biz memleketimizi ve kültürümüzü savunduk...Komşularımıza biz buradayız diyoruz, onların Batı ve Avrupa Birliği’ne açılan kapısı ve penceresiyiz. Dostluk eli uzatıyoruz ve Türkiye’nin Avrupa’da yol almasını arzuluyoruz...Sınırlarımızı, toprak bütünlüğümüzü ve ulusal egemenliğimizi de savunmaya kararlıyız. Ki bu sınırlar ve toprak bütünlüğü aynı zamanda Avrupa Birliği’nin de sınırları ve toprak bütünlüğüdür. Bu konuda taviz vermeyiz ve hiç kimse bunu sorgulamaya kalkmasın, yoksa gerekli cevap verilir...Ege’de gri alanlar yoktur, bazıları bunu anlasın...Bunu ne zaman ve nasıl icat ettiler bilemiyorum, ama bunu unutsunlar. Aksi takdirde ne dostluk ne de iyi komşuluk imkânı olacaktır. Ne de Avrupa Birliği yolu olacaktır. Lozan Antlaşması’nın sorgulanmasına hiçbir şekilde tolerans göstermeyeceğiz ve bu cevapsız kalmayacak.” dedi.

Yayılmacılık ve Gri Bölgeler. Yunanistan Cumhurbaşkanının ‘’Yayılmacı Savaşlar Yapmadık’’ ifadesi onun tarih bilmediğinden değil, günümüz ortaçağında yaşayan, Ege Denizinin yerini bile bilmeyen, dijital bilgiye erişebilen ancak cahil kalmış kitlelere yöneliktir. 15 Mayıs 1919 sabahı İzmir’e herhalde Bulgarlar çıktı. Ya da 15 Temmuz 1974 günü Kıbrıs’taki Nikos Sampson Darbesini Enosis maksadıyla Romen Albaylar Cuntası yaptırdı. Ayrıca gri bölgeler tanımı Türk tarafından çıkarılmış bir terim değildir. Ege Denizinde, Kardak benzeri, egemenliği tartışmalı ada, adacık ve kayalıklara Yunanistan tarafından verilen genel bir tanımdır. Türkiye’de MGK, Deniz Kuvvetleri ve Genelkurmay Başkanlığı, EGAYDAAK tanımını (Egemenliği Antlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıklar) kullanırken, Dışişleri Bakanlığı da coğrafi formasyonlar tanımını kullanır. Nedir bunlar? 1923 Lozan ve 1947 Paris Antlaşmaları Yunanistan’a Türk egemenliğindeki Boğazönü, Doğu Ege ve Menteşe Adalarını ismen zikrederek devretmiştir. Bunların  dışında kalan ada, adacık ve kayalıklar büyük adaların bağlısı veya bitişik adası konumunda değildir. Dolayısı ile sayıları 152’yi geçen ada adacık ve kayalıkların sahibinin Yunanistan olmadığı, egemenliklerinin devredilmediği  açıktır. Bu nedenle Gri Bölge tanımını da onlar çıkarmıştır. Zira kendileri de ada, adacık ve kayalıkların statüsünden emin değildirler. Yunanistan Cumhurbaşkanı Pavlopoulos’a hatırlatalım. 9 Ekim 2006 tarihli Ethnos gazetesinde PASOK lideri Papandreu’nun bir mülakatı yayınlandı. Yorgo Papandreu da gazeteye yaptığı  yorumlar sırasında Kardak ve benzeri adaları kastederek “Türkiye’nin “gri bölgeler’’ konusundaki taleplerini geri çekeceği bir uygulamada anlaşabileceğimiz bir noktaya geldiğimize inanıyorum...Türkiye ile nihai bir anlaşmaya gidip gitmeyeceğimiz konusunda Aralık 2003-Ocak 2004 döneminde Başbakan Simitis ile ciddi bir görüşmemiz olduğunu hatırlıyorum.” diyordu. Türkiye, ‘’Gri Bölge’’ terimini ilk kez onun ağzından öğrendi.
Sonuç. Yunan siyasetçileri Türkiye’ye AB yi arkalarına alarak değil, kendi güçlerine dayanarak tavsiyelerde bulunsunlar. Devletlerarası ilişkiler gerçekçi hedeflere dayanmalıdır. Bir yandan Türkiye’nin batıya açılan kapısıyız deyip diğer yandan devletler hukukunu çiğneyerek Türkiye’yi batıdan ve Ege’den gerek karasuları gerekse kıta sahanlığı gibi alanlar ve son olarak da Kardak benzeri egemenliği kendilerine devredilmemiş ada, adacık ve kayalıklar üzerinden soyutlamaya kalkmak ciddiyetsizliktir.  Türkiye’nin Kardak hamlelerini kastederek  ‘’Bu konuda taviz vermeyiz ve hiç kimse bunu sorgulamaya kalkmasın, yoksa gerekli cevap verilir’’ cümlesinin içi  ise tamamen   boştur. Biz de Pavlopoulos’a bir tavsiyede bulunalım. Bu cümleyi hiç söylememiş olun.


NOT: Makalenin Yunan Tragedyası bölümünün yazımında Sayın Kemal Anadol’un 2018 başında çıkacak ‘’Kulağım Karadeniz’de’’ isimli yeni kitabından faydalanılmıştır.